1970 baharı, General Tahsin Bey ve Yüzbaşı Cemal Bey, istasyona yakın bir pastanede seferlerini beklemekteydiler. Ardıç kuşlarının nağmelerine kulak vermiş Tahsin Bey'in gözleri buğulanmış, ağır ağır aralanan dudaklarından şu sözler dökülmüştü:
-İnsan bastığı toprağı hor görmemeli. Şu gördüğün ovalarda, dağda taşta kimlerin ahları kimlerin sevdaları var...
Yüzbaşı Cemal Bey, derin bakışlarını tütün tarlalarına çevirdi. Tütün sıralarında gezinmiş yüzlerce nasırlı eli, birbirinden farklı yüzlerce çehreyi hayal etti.
-Öyle ya efendim, bir nefeslik vakti var insanın fakat bir iz bıraktı mı şu kara toprakta o zaman varlığını ebedi kılıyor.
General Tahsin Bey, Yüzbaşı’yı onaylarcasına başını salladı.
-Yüzbaşım, sana şu kara toprakta iz bırakmış bir kadının öyküsünü anlatacağım .
Umumi harpten birkaç yıl öncesi, on beşime yeni basmışım o zamanlar. Anam gürbüz delikanlı oldun, kendi ekmeğini çıkarma vaktindir diyerekten beni Sevda Hanım’ın tütün tarlasına işçi olarak vermişti. O zamanlar Ulu Çeşme'den zeytinliğe uzanan tüm o arazi Sevda Hanım’ındı. Mal varlığı ile ünlenmiş bu kadını, yöre halkı pek sever sayardı. Bir derdi olan Sevda Hanım'a varır, dertli girdiği kapıdan dermanını bulmuş olarak çıkardı. Hayır işi olanın, Sevda Hanım'ın duasını almadan işi rast gitmezdi. Beni de pek severdi, hiç yanından ayırmazdı. Gün doğmadan evvel Tülkatre’yi dörtnala sürer, yüzümüzü yalayan sabah meltemi eşliğinde antik tapınağın harabesine varırdık. Sevda Hanım; taş yığınlarının arasında gezinirken kaftanının iç cebinden, babasından yadigâr pusulayı çıkarırdı. Pusulayı avuç içine yaslayıp bir müddet sessizce gözyaşı dökerdi. Tülkatre’nin homurdanmayı andıran kişnemesini duyunca boşta kalan eli ile hızla gözyaşlarını siler, baharın müjdecisi erguvanlara eş dudaklarına bir tebessüm yerleştirir ve beni çağırırdı;
-Tahsin, gel! Gurbet kuşlarını bekleyelim!
Karatay’ın eyerinden kanatlanırcasına iner, yelesini üstünkörü okşayıp Sevda Hanım’ın yanına çömelirdim.
-Tahsin, sence daha ne kadar sürer gelmeleri?
-Bilmem ama eninde sonunda gelecekler ya; biz sonra da bekleriz gurbet kuşlarını, değil mi? Bakın hava sert, sabah meltemi malum çarpar insanı...
Aldırış etmeksizin omuzlarını silker, sözümü yarıda keserdi:
-Ben hep burada kalmak istiyorum Tahsin. Sevda olarak, yedi köyün Sevda Hanım’ından arınıp kendim olarak...
Öğle vaktine yetişmek için yola koyulmamız gerektiğinde gönülsüzce Tülkatre’nin dizginlerini eline alırdı Sevda Hanım. Yol üzerindeki tütün tarlalarına uğrar, işçilerin selamlarını alırdık. Sevda Hanım işçilerle ayaküstü bir sohbete dalmışken göz ucu ile süzerdim onu. Canının bir parçasını tapınakta bırakmış gibi görünürdü gözüme. Olur da yüzünde bir gülücük belirir ümidiyle:
-Yarın ben kâhyaya haber ederim, pazara Kamil Efendi’yi gönderir. Biz de sizinle kuşları bekleriz der, tapınağa gidebilmek için bahane üretirdim.
Günler günleri, aylar ayları kovaladı derken seferberliğe yakın, üç subay geldi konağa: İbrahim, Enver ve Mustafa. Ne olduysa bundan sonra oldu. Adettendir, bir misafir geldiği vakit Sevda Hanım'ın konağında ağırlanırdı. Yedirilir, içirilir misafirin bir dediği iki edilmezdi. Hele Sevda Hanım bu gelenlerin subay olduğunu öğrendiğinde olur da hizmetinde bir kusur bulunur diye iyice telaşa kapılmış, geceleri uykularından uyanır olmuştu. Beni de sıkı sıkı tembihlemişti:
-Tahsin, ayrılma yanlarından! Bir ihtiyaçları, istekleri olursa hemen koşuver. Onları ağırlamak bizlere nasip oldu. Gönüllerini hoş et.
Böylelikle subayların peşinden ayrılmaz oldum. Konakta geçirdikleri kısa süre zarfında tanıyabildiğimce; İbrahim ağır mizaçlı, yaratılıştan taş gibi kaskatı, asabi bir adamdı. Enver ise aksine tez canlı, yerinde durmazdı. Mustafa, onlara nazaran daha sessiz olmakla birlikte gözü kara biriydi. Hasat ayları akşam çöker çökmez yedi köyün ahalisi Sevda Hanım’ın avlusunda toplanır, tütün işçilerine moral olur temennisiyle gençler, köy seyirlik oyunları oynarlardı. İşçiler yorgunluk kahvelerini yudumlarken koyu sohbete dalar, kimileri ise gözlerinden yaşlar gelinceye değin gülerdi. Subayların gelişi de bir seyirlik oyununa rastlamıştı. O gece garip bir hal sezmiştim Sevda Hanım’da. Titrememek için ısrarla kastığı bacakları oturduğu sandalyenin hafif sallanmasına sebep oluyor, sandalyenin ayakları ayaklarıma belli belirsiz dokunuyordu. Çok geçmeden bakışlarını karşı kameriyede oturan subaylardan, Mustafa Bey’den, itina ile kaçırdığını anlamıştım. Oyun boyu sürdü bu hali, onu yanı başımda böyle gördükçe içime düşen vesveseler de cabası... Misafirler güzel dileklerini esirgemeyip Sevda Hanım’dan birer birer Allahaısmarladık alırken mutfaktan sorumlu kâhya ve takımı kirli bulaşıkları ve kap kacağı topladı, selamlığın uşakları etraftaki döküntü saçıntıyı süpürdü. Temizlik safhası nihayete erince hizmetliler yavaş yavaş odalarına çekildiler. Sevda Hanım ve ben avluda yalnız kalmıştık. Ellerini gökyüzüne uzatıp:
-Şu irili ufaklı kırpışan yıldızlara baksana, bir de onlara uzattığım avuçlarıma bak Tahsin! Kaçını yakalayabilir, kaçını tutabilirim yıldızların?
-Yıldızları tutabilen olsaydı şayet bu ona az gelirdi, ötesini isterdi. İnsanoğlu ne de olsa...
-Ben hep burada, yıldızlarla dolu göğün altında kalmak istiyorum Tahsin. Yedi köyün bir hanımı olarak değil, kendim olarak...
-Üşüteceksiniz, esiyor.
-Bırak şimdi üşütmeyi, rüzgârı... Burada kalalım, yıldızlara dokunalım, omuzlarımızdaki yükten özgürleşip kendimiz olalım...
Yineledim: Üşüteceksiniz...
Sevda Hanım dinlemezdi, ne desem nafile idi. Ayak sürümekten vazgeçip odama çekildim. Bir türlü uyku tutmadı, soluklarım gitgide beni kuşatan bir silsileye dönüştü. Sevda Hanım’ı gecenin bir vakti, avluda yalnız bıraktığımdan dolayı tedirgindim. İçimdeki dürtüye direnemeyip üzerimdeki örtüyü sıyırdım. Parmak uçlarım nemden ıslanmış ahşap parkeye değdiğinde ürperdim. Sıvası dökülmüş pencerenin kulpunu bir hamlede kavrayıp gecenin esintisinin odama doluşunu hissettim. Bakışlarımı avluya sabitlediğimde Sevda Hanım’ı ve loş ay ışığının yarı yarıya aydınlattığı yüz hatlarından Mustafa Bey olduğu çıkarımında bulunduğum suretin, ağır ağır bir şeyler konuştuklarını gördüm. Ağustos böceklerinin cızırtısından, sözcüklerin hiçbirini yakalama imkânı bulamamıştım. Mustafa Bey artık her ne dedi ise Sevda Hanım topuklarını birbirine vurmaya, belinden bileklerine dalga dalga yayılan keten eteğinden bir parça kumaşı sol avucunda büzmeye başladı. Çok sürmedi, Sevda Hanım arkasına bakmadan konağa doğru koştu. Fark edilmediğimden emin olana değin pervazın altına usulca eğildim. O gece gördüğüm son şey, Sevda Hanım’ın kapıdan içeri girmeden yıldızlara fırlattığı mahzun bakışlardı. Ela gözleri yosunumsu tonlara sürüklenmiş, yaşarmıştı. Gün aymadan Sevda Hanım'la tapınağa doğru yola koyulduk. Ulu Çeşme’nin önünden geçerken Mustafa Bey’e rastladık. Atından inmiş, çeşmenin ayna taşını parmaklarının arasında bir sağa bir sola döndürüyordu. Gözaltlarına yayılmış derin çukurdan gece boyu uyumadığı aşikârdı. Sevda Hanım, oralı olmaksızın Tülkatre’yi mahmuzlamaya davranmıştı ki Mustafa Bey hızla doğruldu. Kasılmış mimiklerinin her zerresini ümit ile ümitsizlik arası, arafta bir ifade kaplamıştı. Sesini hâkimiyeti altına almış heyecan, lafı ağzında gevelemesine neden olmuştu. Söylediği onca şeyden anladığımız tek şey, kendi atı Tolunay ile Tülkatre’nin tapınağa kadar yarışmasını istediğiydi. Sevda Hanım, utana sıkıla benden tarafa döndü. Yarışma teklifini kabul edebilmesi için onu rahatlatacak bir mazeret öne sürmezsem içi rahat etmezdi. Başımla onaylayıp şöyle söyledim:
-Komşu köy ağalarının uyanmasına daha yarım saat var Sevda Hanım, erkenciyiz bugün. Ama demedi demeyin Mustafa Bey, Tülkatre’yi geçecek yiğit daha dünyaya gelmedi.
Böylelikle yarışmaya başladılar. Sevda Hanım, Tülkatre’nin sırtında süratle yol alırken mercana çalan oyalı yazması rüzgâra teslim olmuş dalgalanıyor, adeta nisan çayırlarını selamlıyordu. Ben tapınağa vardığımda Sevda Hanım’ı, Mustafa Bey’den birkaç adım ötede, pusulasını ovarken buldum. Mustafa Bey’in antik taş yığınlarına çarpan sesi, nazarımda netlik kazandığında duyduklarım şundan ibaretti:
-Bülbül gülden ayrılır mı? Ağlama Sevda...
Tabanı aşınmış kunduralarımın patırtısını duyar duymaz Sevda Hanım, pusulayı dizlerinin üzerine bıraktı, kolunun tersi ile çarçabuk yaşlarını silerken bana seslendi:
-Tahsin, kuşlar bugün de gelmedi...
Sessizliğimi koruduğumu görünce unuttuğu bir şey hatırına gelmişçesine kayaların üzerine yayılmış ipek eteklerini toplayıp Tülkatre’ye doğru yürüdü. Tülkatre’nin yularını parmaklarına dolayıp bana el etti. Bir açıklama gereği duymaksızın:
-Pazara çıkacaktık Tahsin, unutuvermişim. Geç kalmayalım.
Nakışlı yemenilerini Tülkatre’nin üzengisine bastırırken Mustafa Bey’e selamet diledi ve Mustafa Bey’in karşılık vermesine fırsat vermeden Tülkatre’yi mahmuzladı. Yol boyunca;
-Bu adam artık haddini aşmaya başladı, diye kendi kendine söylendi. Hoş, pazara çıkacağımız da yoktu; Nevzat Efendi’yi göndermiştik. Tütün işçilerini öğlen konakta ağırlamamız dışında o gün başka bir meşguliyetimiz olmadı. Akşamüstü Sevda Hanım, beni yanına çağırttı. Dudaklarının arasından kelimeler şimşek misali düştü:
-Yarından tezi yok, söylediklerimi harfi harfine Mustafa Bey’e ileteceksin. ‘Mustafa Bey, yedi köyün Sevda Hanım’ıyım ben; doyasıya at koşturamam dağlarda, elimi uzatıp dokunamam yıldızlara. Hal böyle iken sevmek? Civar köyün ağaları duysa benim canımı sağ koymazlar. Sizlere hizmetimde bir kusur olduysa affınıza sığınıyorum. Hakkınızı helal edin, benim sizlerden yana hakkım helaldir. Yolcu yolunda gerek, Allah'a emanet olun.’
Subayları uğurladığımız gece Sevda Hanım, odasından dışarı adım atmadı. Ben dâhil olmak üzere bir Allah’ın kulunun, yanına yaklaşmasına müsaade etmedi. Odanın kapısına sırtımı yaslayıp Sevda Hanım’ın hıçkırıklarını yüreğim kan ağlayarak dinledim: “Yedi köyün hanımı Sevda’yım ben... Hanımlık batsın! Sevda, Sevda’yım ben! Kuşlar gelin artık! Beni civar köy ağalarından, dönüm dönüm tütün tarlasından kurtarıp kendim olacağım diyara götürün...” diye gücü tükenene kadar bağırdı. O geceden sonra ağzına tek lokma koymaz oldu. Elden ayaktan düşecek diye ödüm patladı. Ne yaptım ettim, daha sık tapınağa gitme şartıyla iştahını açmayı başardım. Eski sohbetinden eser kalmamıştı. Dudakları nadiren aralandığında: “Ben hep burada kalayım Tahsin, kendim olarak...”der, pusulayı kalbinin tam üstüne bastırıp içli içli ağlardı. Dile kolay dört yıl geldi geçti. Memlekette taş üstünde taş kalmadı. Sevda Hanım da pek huzursuzdu. Düşman birlikleri tütün tarlalarını yakmış, mahsullerimizi ziyan etmişlerdi. Bu sıkıntılı günlerden birinde beklenmedik bir şey oldu. Zeytinlikten döndüğümüz sırada, puslu göğü yararcasına kanat çırpıp düğün çiçekleri ile bezeli dağın eteklerini teğet geçen kuşları gördük, gurbet kuşlarını... Sevda Hanım, iç cebinden pusulayı çıkarıp yön tayini yapar yapmaz Tülkatre’yi kuşların peşi sıra sürdü. “Tahsin! Gurbet kuşları geldi! Geldiler Tahsin!” diye sevinç çığlıkları atıyordu. Ben içimdeki kuruntuyu bastırıp: “Erken kanatlanmışlardır, Sevda Hanım.” demekle yetindim. O gün Sevda Hanım tütün tarlalarına, yolu çevreleyen kuşkonmazlara uzun uzun baktı. Sessiz bir veda mahiyetindeydi bakışları. Yanaklarından süzülüp Tülkatre’nin yelesini ıslatan gözyaşları, beklediği kavuşmayı müjdeleyen sevinç gözyaşlarıydı. Ertesi sabah konağa bir yolcu uğradı. Her halinden acelesi olduğu belliydi. Sevda Hanım'ı, istasyonda bir adamın beklediğini söyleyip atını dörtnala sürdü ve gözden kayboldu. İstasyon pek kalabalıktı, iğne atsan yere düşmezdi. Enver Bey orada bizi beklemekteydi. Sade bir hal hatırın ardından Sevda Hanım'a elindeki zarfı uzatırken: “Sevda Hanım, Mustafa kendi gelemedi ama size bunu gönderdi.” dedi. Sevda Hanım yavaşça zarfı aldı. Titreyen parmakları zarfın üzerinde uzun uzun gezindi. Sesine karışan hüznü gizlemeksizin konuştu:
-Tahsin, Enver Bey'e konağa kadar eşlik et. Misafirimizdir.
Ağır ağır uzaklaşıyorduk ki ağızlardan çıkan feryatları duyduk: “Çocuk ezilecek!” Enver Bey ile ne olduğuna anlam verememiş bir halde birbirimize bakarken Sevda Hanım'ın yanımızdan hızla ayrılıp raylara doğru koştuğunu gördük. “Sevda Hanım! Sevda! Sevda!” Makinist, rayların üzerindeki çocuğu zoraki fark etmiş, olanca gücü ile frenlere asılmıştı asılmasına ama son anda büyük bir gürültü ile duran lokomotif, Sevda Hanım’ın narin bedenine sertçe temas etmişti. Sevda Hanım’ın mavi atlastan eşarbı hafif açılmış, sırma saçları alnına dağılmıştı. Gülümsediğinde bin bir gamzenin belirdiği dudaklarının çevresini kan bürümüştü. Son kez gözleri gözlerimle buluştuğunda göğüs kafesindeki sancıya aldırış etmeksizin ağır ağır: “Gurbet kuşları vaktinde kanatlanmışlar, Tahsin.” dedi. Ardından kolunu güçlükle kaldırarak kadife dokulu parmaklarının kenetlendiği zarfı bana doğru uzattı.
-Tahsin, Mustafa’nın mektubu sana emanet... Mustafa doğru söylemiş; bülbül, gülden ayrılmazmış... Ağlardım... Sil gözyaşlarımı diyemezdim... Ağlardım...
-Tahsin, Mustafa’nın mektubu sana emanet... Mustafa doğru söylemiş; bülbül, gülden ayrılmazmış... Ağlardım... Sil gözyaşlarımı diyemezdim... Ağlardım...
Nefesi gitgide yitiyor, sözcükleri dudaklarının arasında kayboluyordu. Can havli ile bileğimden yakalayıp tüm gücü ile fısıldadı:
-Tahsin, babamın pusulası ile yine bekleyelim kuşları...
Sevda Hanım'ın başı yavaşça omuzlarına doğru düştü, bakışları bir süre raylara kenetlendi. Sonra ağırlaşan gözkapakları yavaşça düştü ve göğsü bir daha hiç kalkmamak üzere hareketsiz kaldı. Dudaklarına yerleşmiş kasılma içten bir tebessümü andırıyordu...
General Tahsin Bey, boğazındaki yumruyu bastırıp ceketinin iç cebinden sararmış bir zarf çıkarttı, Yüzbaşı’ya uzattı.
-Mustafa Bey’den Sevda Hanım’a... Meğer Mustafa Bey’in vasiyeti imiş, şehadetimi Sevda’ya bu mektup ile haber vereceksiniz yoksa helallik vermem demiş. Buyur, bir de senin sesinden dinleyelim Yüzbaşım.
Cemal Bey, sararmış zarfı özenle açtı, süslü bir el yazısı ile yazılmış bir satırlık cümleyi okumadan önce bir müddet zarfın üzerindeki kurumuş kan lekelerinde takılı kaldı gözleri.
“Bilmem hangi diyarın, hangi kuşunu beklersin... Kırlangıç mı, güvercin mi, saksağan mı? Bizde gönül kuşu var, kabul etmez misin? Ağlama... Ağlama Sevda, ağlama... Ağlama Sevda’m...’’
Seferleri haber veren düdüğün sesi ile doğrulduklarında, gözlerinde tazeliğini koruyan buğulu bakışlarını istasyona kenetledi Tahsin Bey. Dudaklarından belli belirsiz dökülen sözler, Yüzbaşı’nın yüreğini burkmaya yetmişti:
-Hey gidi demiryolu rayları... Şu bitmek tükenmek bilmez raylarda kara yağız atlar gibi koşan vagonlara, nice türküler yakıldı. Ardından sallanan mendilleri, kim bilir kaç güzelin gözyaşı suladı...