Efsane aşklara inanan çocuklarız biz.
Efsane aşkları yüreklerinde yaşayan bir neslin çocuklarıyız biz. Efsane aşklarını mektup dizelerine yazan, mektup dizelerini ağaç sandıklarda saklayan bir neslin.
Sevdiğine sevdiğini Yunus Emre’nin satırlarıyla anlatan; ‘Bir ben varım bende, bir de benden içeri sen.’ Aşklarının o mektup dizelerinde saklı kaldığı ama mutlu sonla kavuşulduğu bir neslin çocuklarıyız biz.
Fakat bu hikâye ardında iki mezar taşı bırakanların hikayesi. Bir eş, bir oğul yatıyor. Yüreği suskun teyzemin, gözleri buğulu, özlem dolu. Benim aklımda ise anılar ve radyo var. İki sene sonra adım attık köy evine, anılarımız peşimizde.
Annem konuşuyor: “İki sene önce her şeyi toparladık, güzelce yerleştirdik. Bir sonraki sene gelince kolayca açarız diye. Güve yememişse evde her şey vardı. Pirinç, bulgur, ceviz…”
Teyzemin gözleri buğulu. Benim aklımda ise kamelyada radyodan dinleyeceğim şarkılar var. Eve gelir gelmez süpürgeler açıldı. İlk günden köşe bucağı örümcek ağlarından temizledik. Evleri yatılır vaziyete getirmek lazım.
Bursa’dan Artvin’e bir gün sürdü yolcuğumuz ama kahvaltı yapıp biraz dinlenince temizliğe başlıyoruz. Bir dededen kalma ev var, doğduğum ev. Neredeyse uçtu uçacak görüntüsü var ama sonradan yapılan sağlamlaştırma işlemleriyle, atılan betonlarla, tutturma direklerle ayakta duruyor.
Amcam kamelyada oturmuş evin geçmişini anlatıyor.
“Bu evin taşlarını ben taşımışımdır. Ev yapılırken burada ahır vardı, orada kalırdık.”
Eskiden merek olan, şimdi ise kendisinin yaptırdığı evin bulunduğu yeri gösteriyor. Evin önü biraz yokuş yukarı; taşlı çakıllı, harktan su taşarsa çamurlu yola bağlanıyor. Bizim eve giriş kapısı yol hizasında kalıyor.
Evin ön kısmı çayırlara bakıyor. Evin giriş kısmında beyaz kiraz ağacı var, ön balkonunda ise dut ağacı. Temmuz ayındaysak balkona çıktığım zamanlarda uzanıp dut yiyorum. Balkon evin iki tarafını da sarıyor. Giriş kapısından tuvalete, salona kadar uzanıyor. Hemen önünde, sağ tarafta amcamın iki katlı evi. Elma ağacının altında ise kamelyamız. Kahvaltımızı, yemeğimizi orada yiyoruz.
Amcam her sabah radyosunu alıyor, kamelyaya çıkıyor. Radyodan Türk Sanat Müziği çalıyor. Dinliyoruz. Haberleri anlatıyor radyodaki ses. Dinliyoruz. Kahvaltımızı alabildiğince yeşile bakarak yapıyoruz. Çayımızı yudumluyoruz. Keyfimize diyecek yok! “Amca bugün gökyüzü bulutlu, yağmur yağacak” diyorum. “Yok, kızım. Bu havada yağmaz” diyor. O gün yağmur yağmıyor. Hava temiz görünüyor.
Amcam, “Bugün yağmur yağacak” diyor. “Amca, havada bulut yok doğru düzgün. Yağmaz bugün” diyorum.
O gün yağmur yağıyor. “Allah aşkına amca, nasıl anlıyorsun ne zaman yağacağını. Sen deyince yağmur yağıyor.”
Gülüyor. Gülerken gömleğinin düğmeleri iyicene gerilmiş göbeği de oynuyor. Gülerken yumuk yumuk gözleri, kocaman göz kapakları gözlerinin yeşilini görmeye engel oluyor.
Benim aklımda radyo var. Temizlikten sıyrılıp radyoyu bulsam amcam gibi kamelyada oturup, yeşili seyrederek radyodan çıkan sese kulak vereceğim.
Evlerin aşağısına bakan yamacında ve yanındaki bahçede erik, kiraz, ceviz, dut ağaçları var. Bir de Altun Nene’nin mezarı. Altun Nene, dedemin ve anneannemin annesi. Anneannem altı aylıkken Altun Nene ölmüş. Nazime Bacı’nın bir çileli hayatı o zamanlardayken başlamış. Sonraları onun da yüreği evlat acısıyla yanmış.
Teyzemin gözleri buğulu. Gözlerinde bir ömür var, yüreğinde özlemin suskunluğu.
Teyzem, sürekli evin içinde dönüp dolaşıyor. Kim bilir neler hatırlıyor? Genç kızlığında geldiği yer bu köy. 70 yaşının yarısından fazlası ardında kaldı.
Bu lambayı Kayhan alıp getirmişti. Bu heykeli Kayhan bulup, getirmişti. Bu masa Kayhan’lardan geldi.
Kayhan’ın şapkası. Kayhan’ın aşladığı dutlar büyümüş. “Yemesi nasip olmadı yavruma.” Kayhan’ın aşladığı ceviz, Kayhan’ın gülleri… Ben ağlarken bir arkadaşım söylemişti.
“Biz toprak olup gidiyoruz ama bizden kalan bir çorap bile bizden sonra yıllarca yaşıyor.” Yüreğimiz suskun, gözlerimiz buğulu. Benim aklımda ise radyo var.
Radyo, mutfağın ortasındaki L koltuğun başında duruyor. Koltuk ile buzdolabı arasında yerde duran üçlü prize takılı, hazır bekliyor sanki!
“Teyze nasıl çalışıyor bu?” Radyonun üst tarafındaki radyo/mp3 yazılı tuşa basıyorum, radyonun yan tarafında istasyonu belirleyen büyük yuvarlağını çeviriyorum, hemen altında biraz daha küçük sesi ayarlayan yuvarlağı çeviriyorum, açılmıyor. Pilin konulduğu yerdeki kapağını kaldırıyorum. Geniş pil haznesinde pilleri yok.
“Teyze pilleri yok ama bu radyo elektrikle de çalışmıyor mu?”
-“Çalışıyor” Ama çalışmıyor. Biraz daha sağını solunu kurcalıyorum radyonun, kablosunu çekiştiriyorum çalışsın diye. Buzdolabının çalışma sesi geliyor arkamdan.
-“Teyze, elektrikler geldi.”
Radyonun üst tarafında radyo yazan tuşa basıyorum tekrardan. Antenini yukarı doğru çektirip uzatıyorum. Ses yuvarlağını çevirip belli bir seviyeye kadar açıyorum. Bu sefer ‘power’ ışığı yanıyor. Cızırtılı bir ses geliyor radyodan. Radyonun yan tarafında istasyonların ayarlandığı büyük yuvarlığı çeviriyorum. Sesin en net duyulduğu istasyonu bulunca yuvarlağı çevirmeyi bırakıyorum.
Teyzem buğulu gözleriyle yanımda, bana doğru eğilmiş. Bir şarkı çalıyor, bir kadın sesi geliyor radyodan. Teyzem yanımdan uzaklaşıyor. Amcan sesleniyor, teyzem dinliyor:
“Her şey bitmedi, bitemez. Aşkımız kalmasın yarım. Mutlu günler geri gelsin!”