Oturdum karşısına. Gözlerinin ta içine baktım. Sanki karşımdaki minicik bir orman çiçeği değildi de oraların kokusunu, dokusunu getiren bir elçiydi. Küçücük bir kız çocuğu oturuyordu sanki karşımda. Kendi çocukluğum geldi aklıma. Sonbaharda okullar açılınca, oyun saatlerimin azalmasıyla birlikte doğaya olan hasretim de arttığında, her fırsatta, inekleri otlatma işini gönüllü üstlenişim geldi. Çocukken işten kaytarmanın bin türlü yolunu arar bulurdum ama bazılarından asla kurtulamazdım. İnek otlatmak bunlardan biriydi. Dersim var desem, “inek otlasın dursun orada, sen de oturursun bir fındık ağacının dibine, dersini çalışırsın. Oturduğun yerden bakarsın ineğe” derlerdi, kaçışım olmazdı. Anca yağmurlu havalarda bu bahanem işe yarardı, defter ve kitabım ıslanmasın diye. Anlayacağınız yaz boyu inek çobanlığı benim işimdi. Ama sonbaharda okullar açılınca şehre iner, iner inmez de köyü, köyde istemeden yaptığım her şeyi özlerdim. Hafta sonu olduğunda ne iş verseler yapardım.
nek otlatmak da en sevdiklerimden biri olurdu. Doğaya karışırdım. Toprağa bulaşırdım. Karışanım görüşenim olmaz, kendimle (pardon) inekle baş başa sakin vakitler geçirirdim. Gerçekten de o kendini yemeğe verir, ben de ders çalışırdım. Hayal kurardım, şarkı uydururdum, taş toplardım. Yapacak öyle çok şey bulurdum ki o yaşlarda, hiç sıkılmazdım. Şimdi de buluyorum galiba, can sıkıntısı nedir bildiğim söylenemez. Her zaman yapacak bir şeyler bulabiliyorum. Hatta sırası gelemeyen onca şey var ki sıralasam listem uzar gider, şaşarsınız. Ben ancak, kendim istersem canımı sıkıyorum. Formülü nedir diye soranlara “merak” diyebilirim. ‘Kim, kiminle, ne yapıyor’ ya da ‘kim, kime, ne demiş’ cinsinden bir merak değil bahsettiğim.
Keşfetmek, bilmek, öğrenmek ve değişip gelişmeye sebep olacak cinsten bir merak benimkisi. Mesela çiçekleri merak ederdim küçükken. Aralarında konuşurlar mı diye düşünürdüm. Hayalimde onları konuştururdum. Bütün çocuklar bebeklerini, peluş oyuncaklarını konuşturmaz mı, işte ben de çiçekleri konuştururdum. Bir alan belirlerdim ve bir çerçeve çizerdim gözümle. Sınırın içindeki çiçeklerin; bir evde, okulda ya da benzer bir yerde, bir arada olan insanlar gibi muhabbet ettiklerini düşlerdim. Yerleştirmeye müdahale edemezdim elbette, söküp oynatmazdım hiçbirini yerinden. Ancak senaryo bana ait olurdu. Konuyu ben belirlerdim. Çakıl taşları, dal parçası, kurumuş yapraklar gibi şeylerle de kurguyu zenginleştirirdim. Bazen bir de hayvan dahil olurdu sahneme. Ya bir karınca kafilesi sıralanmış, yürüyüp geçerlerdi aramızdan. Ya da bir salyangozun yolunda olurduk, gitmek bilmezdi, uzattıkça uzatırdı yolu. Dolanır dururdu ortalıkta.
En çok da arılar ve kelebekler ziyaret ederdi ki en korktuğum onlardı. Korkuturlardı beni çünkü; arılar beni sokabilirdi, kelebekleri de ben incitebilirdim… Her neyse, yalnız değildik sonuçta. Koca bir kalabalığımız vardı. Hemen üstümüzdeki fındık dalına tüneyip bizi izleyen serçe, biraz ötedeki kayanın üzerinde güneşlenirken bir yandan da bizi gözetleyen kertenkele. Bazen de tuhaf rastlantılar olurdu. Kurumuş dallarla yaptığım bir dekoru bir böcek sahiplenir, üzerine kurulur otururdu. Meraklı örümcekler, o daldan bu dala sallanıp hemen sahnenin üstünde bir ağ ördüklerinde bazen sineklerin son günü olurdu maalesef. Doğanın kanunu sonuçta, acımasız demememiz gereken bir döngü var. Ölüm var, doğum da var. Aradakine bakmak lazım, sonuçta ikisinin arasında doldurmamız gereken koca bir yaşam var. İyi şeyler yapmak lazım. Güzelliklere odaklanmak lazım. Ben de öyle yapardım. Kırsalda yaşamanın tüm zorluğuna rağmen kıyak taraflarıyla ilgilenirdim. Güzel geçti çocukluğum.
O günlerden tanırım kendisini. Adını bilmezdim, sonradan öğrendim. Biz başka bir şey derdik, şimdi burada söylemeyeyim, mecazi bir benzetmeden türetilmiş bir adı vardı kendisinin. Siklamen veya tavşan kulağı, Primulaceae familyasındanmış. Buhurumeryem, Mormilik gibi isimler de verilmiş ayrıca kendisine, öğrendiğimde şaşırmıştım. Yıllar sonra İstanbul’da bir çiçekçinin vitrininde kocaman olanlarını gördüğümde ve fiyatını duyduğumda şaşırdığım kadar değildi ama. Çok güzellerdi. Köyümdekiler de çok güzeldi.
Havaların ısındığı dönemlerde bütün yaşamsal faaliyetlerini durduran bir çiçekmiş Siklamen. Sıcak yaz aylarında toprağın karanlığına gömülür, baharın gelişini beklermiş yapraklanmak için. Kışın soğuğunda ise yaprakları örtermiş üzerini. Hem ilkbaharda hem de sonbaharda çiçeklenirlermiş. Ilık havaları seviyor benim gibi. Aşkın habercisi olduğunu söylüyorlar bu çiçekler için. Beyazı, pembesi, moru gibi türlü renkleri de olsa, koyu fuşya tonundaki bir renge de adını vermiş bir çiçekten bahsediyorum.
Geçen yıl, yaz sonu köyden dönerken yanımda getirdiğim birkaç ot vardı. Ölmesinler diye kendi topraklarıyla birlikte taşımıştım buraya. Bütün kış yaşadılar. Bahara doğru solar gibi olunca toprağı havalandırmak istedim ki ne göreyim. Siklamen soğanı varmış toprakta, hiç fark etmemişim. Fark ettirmemiş. Özendim bezendim, inandım ve yeni saksısına yerleştirdim kendisini. Yeşerdi. Bütün yaz ölmesinler diye suladım, yaşattım, mutlu ettim her birini. Ta ki bu sabaha kadar. Bu sabah sırayı devraldılar. Sonbaharın ilk günü, biri henüz tomurcuk olan üç çiçeğim var artık balkonumda. Köyümün çiçekleri şehrimde açtılar. Hem de Siklamen renginde.
Rengini görünce hatırladım. Geçen yıl şehirlilerin gölgesinde de açmışlardı bunlar, unutmuşum. Hatta küçük bir de yazı yazmıştım. Öykülerimden birine girer diye bir yerlere not etmiştim. Hemen şimdi buluyorum o yazıyı.
“Sıklamen Çiçeği’nin köyden geldiği bir ayı geçmişti. Kendi toprağındaydı ama saksıdaydı. “Orman çiçeğiyim ben, saksıda olur muyum hiç?” Mahpushanede sayılırdı. Rüzgâr tanıdık, güneş bildikti fakat yabancısıydı o buraların. Kendi göğündeki kuşları özlüyordu. Tutunmak, burada olmak istemiyordu sanki. Bulutlar bile uzun kalmıyordu gökte. Ne biçim bir yerdi burası böyle? Ama vazgeçmiyordu da. Boynu bükük tomurcuklarını, solgun yapraklarının altında gizliyordu günlerdir. Konuşmak için eğildiğimde görebiliyordum korkusunu. Merak içindeydi, heyecanlıydı. Hemen yanındaki saksıda kendininkilere benzeyen, çok daha diri yapraklar salınıyordu rüzgârda. Dans ediyorlardı adeta. Kendisininkine benzeyen çok daha kocaman yapraklardı onlar. Devasa çiçekleri vardı. Soğanı da büyük müydü acaba? Yoksa onunkiler kadar mıydı? Şuradan başını bir çıkarsa görebilecekti aslında. Kesin çiçekleri kadar kocamandı onlar da.
Bir sabah karar verdi, derin bir nefes aldı ve çiçek açtı. Öyle güzeldi ki yaprakları bile canlandı. Rüzgâr incitmesin diye dirilerek dikeldi yapraklar ve sardı etrafını. Sarıp sarmalanmak o kadar iyi gelmişti ki ona, şımarıverdi o an. Mutluluktan havalanır gibiydi. Uzadı, uzadı ve yapraklarının üzerine çıkıverdi. Ne güzel bir gökyüzünün altındaydı ve güneş onu selamlıyordu. Rüzgâr bile hafif hafif esiyordu etraflarında. İşte tam o sırada gördü onları. “aaaa!!! Nasıl da kocamanmış. Tıpkı bana benziyorlar. Uf, renklere bakın! Ne kadar da parlak ve güzeller.” dedi. “Sen de çok güzelsin. Köyün en güzeliymişsin, öyle dediler senin için. Hoş geldin. Bu balkonda bizi çok seven biri var. Tek istediği bizim renkli renkli gülümsememiz ve mutlu mutlu yaşamamız. Hoş geldin. Sen de seveceksin burayı, belki bizi de seversin. İyi ki geldin. Bize köyünü anlatsana” dedi şehirli olanlardan en konuşkan olanı. Günlerdir süren fırtınanın ardından dağılmakta olan bulutlar bile asılı kaldılar o an gökyüzünde. Meraklı meraklı aşağıdaki sohbeti dinlemeye koyuldular gölge etmeden. (Pardon, gölge ederek.) Siklamenlerin iri olanları, minik olanlarına kucak açmıştı. Birlikte renklenelim demişti resmen. Bu sonbahar eğlenceli geçecekti bu balkon anlaşılan…”
Ne konuştular, başka ne anlattılar birbirlerine bilmiyorum. Bu kadar yazmışım. Bu yıl minikler tek başlarına açtılar balkonumda. Kocaman olanlar yok. Kış çok zorluydu benim için. Yokluğumuzda onlar da kışın zorluğuna dayanamazlar diye komşuma emanet ettim. Bir alt kattaki balkonda yaşıyorlar artık. Ara sıra hafifçe sarkıp bir göz atıyorum, henüz açan yok, olursa söylerim bizimkilere. Sevinirler.
Çiçeklere yüklediğimiz anlamlar farklı farklı da olsa, bulaştırdıkları sevgi ortak manaları olsa gerek. Bence çiçekler aşkın olduğu kadar sevginin de elçileridir. Elçiye zeval olmaz; Siklamen de aşk’ın habercisiymiş. Duyarız yakında bir aşk hikayesi. Şimdiden söyleyeyim, az önce o türden meraklı değilim desem de duymak isterim. Aşk haberleri almayı kim istemez. Siz anlatmazsanız ben yazarım, söylemedi demeyin…
Ha! Bu arada, bu çiçeklere yani siklamenlere her baktığımda düşünmeden edemiyorum. O kadar canlı, o kadar renkli, o kadar güzeller ve onlara her baktığımda o kadar mutlu oluyorum ki acaba onlar da mutlu oluyorlar mı ben onlara baktığım için? Kendilerine de sorardım ama kafalarını hiç kaldırmıyorlar ki. Boyunları hep bükük bu çiçeklerin. Onların tek baktığı yer, kendi kökleri. Hiç göğe bakmıyorlar. Acaba neden bakmıyorlar?
İstanbul, 1 Eylül 2022