Dolunayın aydınlattığı, Ege’nin dingin ve karanlık sularında, bir şişme botun içinde kadınlı erkekli kalabalık . İki yetişkin iki çocuk, ikisi kadın ikisi erkek. Halep’in kenar mahallelerindeki evlerini terk etmek zorunda kalmışlardı. Şu anki tek amaçları Avrupa’ya ulaşıp yeni bir hayat kurmaktı.
Bir ay önce, Gaziantep’ten İzmir’e gelirlerken denizi ilk kez görmüşlerdi. O vakit, muhteşem mavilik onları kendisine hayran bırakmıştı. Şimdiyse ellerinde kürekler eski bir botla Ege’yi aşmaya çalışıyorlardı. Bu sefer, uçsuz bucaksız karanlık onları korkutuyordu. Dalgalarla yükselip alçalan bot, ağır ağır ilerliyordu. Karşı kıyının ışıkları gözüküyordu. Göz kırpan ışıklar yeni bir yaşamı müjdeliyordu. İnsanca bir yaşamı…
Çocuklar kürek çekmekten yorulmuş dinleniyorlardı. Bir şeylerin ters gittiğini ilk fark eden, on yaşındaki Hasan olmuştu:
“Eyvah anne, bot su alıyor. Bak, su dolmuş hep…”
İki kadın kürekleri bıraktı. Hasan’ın annesi Fatma, elleriyle botun zeminini yokladı. Epey su birikmişti.
“Korkma oğlum, bot su almıyor… Bu sular… Bu sular bota çarpan dalgalarla içeri girmiş. Şimdi sen ve kuzenin, kürek çekmeyi bırakın artık. Size yeni ve çok önemli bir görev veriyorum: Şu kovalarla botun içindeki suları boşaltacaksınız, anlaştık mı?”
“Tamam, baş üstüne komutanım,” dedi iki çocuk; asker selamı verdikten sonra, kovalarla suyu boşaltmaya başladılar.
Fatma, korkudan donakalmış kız kardeşinin omzuna dokundu:
“Hadi Ayşe, kürekleri daha hızlı çekmeliyiz. Fazla vaktimiz yok.”
Ayşe, kafasını salladı. Yüreği ağzındaydı. Korktukları başına gelmişti: Bot, su almaya başlamıştı.
Çocukların kovalarla suyu boşaltması pek bir işe yaramıyordu. Bot durmaksızın suyla doluyordu. Korktuklarını çocuklara belli etmemeye çalışan iki kadın, durmadan kürek çekiyordu. Ama karşı kıyının ışıkları hâlâ çok uzaktaydı.
Yarım saat sonra, kadınlar da kürekleri bırakmak zorunda kaldılar ve kovalarla suyu boşaltmaya çalıştılar; ama botun batmasına engel olamadılar.
Bot yavaş yavaş karanlık sulara gömülürken, Hasan bağırmaya başladı:
“Yeter… yeter, boğuluyorum… oyun bitsin, yeter! Oyunu durdurun! Lütfen… yeter!”
...
Oyun durur durmaz Hasan, kafasındaki sanal gerçeklik aletini çıkardı. Ter içinde kalmıştı. Kömür karası gözleri yaşla dolmuştu. Öğretmeni onu sakinleştirmeye çalıştı:
“Tamam Hasan, bitti bitti. Rahatlayabilirsin. Derin derin nefes al. Sakinleş. Güvendesin.”
Almanya’nın Berlin şehrinde, tüm dördüncü sınıflar Tarih Müzesi’nin Sanal Gerçeklik Merkezi’ndeydiler. Her biri “Tarih Haftası” kapsamında, atalarının yaşadığı önemli bir anı tekrar yaşayacaklardı. Bunun ardından, yaşadıkları anıyla ilgili bir de kompozisyon yazacaklardı.
Hasan, ismini aldığı dedesinin, elli yıl önce Türkiye’den Yunanistan’a yaptığı zorlu yolculuğu tekrar yaşamıştı. Dedesinin anlattıklarıyla yaratılan sanal gerçekliği deneyimlemişti.
Dedesi o yolculuktan sağ çıkan tek kişi olmuştu. Yunan sahil güvenliği onu son anda fark edip hayatını kurtarmıştı.
Dedesinin annesi, teyzesi ve kuzeni o gece Ege’nin sularında boğulmuşlardı. Cesetleri diğer gün İzmir’in kıyılarına vurmuştu. Daha sonra, Doğançay Mezarlığının ‘Kimsesizler Mezarlığı’ da denilen 412. adasına gömülmüşlerdi. Bunu ne dedesi ne de Hasan biliyordu.
Hâlâ gördüklerinin etkisinde olan Hasan, Sanal Gerçeklik Odası’ndan çıkarken; sınıf arkadaşı İshak kapıda bekliyordu.
“İçeri girebilirsin,” dedi arkadaşına, zorlukla gülümseyerek.
İshak ürkek adımlarla içeri girdi. O da atalarının bir anısını tekrar yaşayacaktı. Nazi kampında hayatta kalmayı başaran, büyük büyük dedesinin yaşadıklarını.