Binalar çöker, duvarlar çatlar, kolonlar yerle bir olur, beton tüm soğukluğuyla yapışır toprağa, un ufak olurcasına. Enkaz kaplar toprağın üstünü.
Yarım kalmış binalar da yarımdır işte. Bütününden birşey kalmamış, eksik gedik, ayakta zor dururcasına.
Hani “üflesen düşecek” derler ya.
Masalların giriş cümlesi işte bu yüzden yakışır yeryüzündeki her türlü duruma. “Bir varmış, bir yokmuş.”...
Fay, köstebek misali geçerken yerin altından tozu dumana katıyor, olanı yok ediyor ya da yarım bırakıyor.
Dışımızda seyreden deprem kırıkları kalbimizden de geçiyor. Enkaz her yerde enkaz. Canlıda, cansızda var olan tüm varlıkta.
Sen ya da ben! Hatta biz! Her gün fay kırıklarının üzerinden tekrar tekrar diriltmiyor muyuz kendimizi?
Sonra sonra tüm kırıklar bir hurda yığınına dönüşmüyor mu?
Ve bizler o hurda yığınının arasına dalıp tekrar birleştirmeye çalışmıyor muyuz?
Sen anlatsan içini bana, ben dibine düşercesine dinlerim seni.
Ben anlatsam gönlümü sana, izini kaybedip çıkmaz sokak sanırsın her bir yeri.
İçimizde, dışımızda bir enkaz. Bağıra çağıra tüketiriz kendimizi.
Saatin “tik tak” sesi her bir vuruşta zamanın döngüsünü sağlarken, toprak yağmur damlalarıyla canlanırken, bulutlar gökyüzünde sinsi sinsi ilerlerken, güneş doğarken ve batarken, coğrafyanın tüm sesleri yere göğe sığmazken, kimi hayatlar son vedasını gerçekleştirirken, kimileri ise dünyaya merhaba derken fay kırıkları her an geçer üzerimizden.
Her bir kırık yeni yeni yeşerip filizlenme çabası içinde iken, yeni bir fay tekrar tekrar geçer bedenimizden.
Keşke bir kurtarıcı şövalye olsa, kollarını ve bacaklarını olduğu gibi açsa...
Sağ kolunu uzatsa, avucunun içini de beş parmağını da gösterircesine karşıya dayasa...
“Dur!” diye haykırsa.
“Yeter artık!” diye bağırsa.
Mümkün mü?
Değil elbette.
Avuntu, masal kahramanlarının içinde barınır sadece.