1 dakika okundu
GÜNLERDEN CUMARTESİ /   Gülru ÖZTUNÇ

Sokağa açılan. Gri ve kilitsiz. Hantal ve ağır. Ayak izleri ile dolu merdiven. Merdivenin kırık basamağı. Hadi, diyor her durduğunda.

Umutsuz… Oysa yeni başlayan bir günün telaşı var dokunduğu her yerde. Bir yanı, o hep canını sıkan, durmadan konuşan, tam başlarken vazgeçiren, hep erteleyen o yarım yanı, elindeki şu çantayı atıp kaçıver bu şehirden, diyor. Yine. Kapı…

Hiç başaramadın. Hiç başaramadım. Bin yıllık kaldırım taşları fısıldıyor ardından. Uzaktaki, çoktandır unutulan, artık anımsanmayan o kasabanın adını. Kimsenin bilmediği, artık kimsesinin olmadığı. Zaman burada, tam bu anda dursa. Hiçbir şey yaşanmamış, hiç olmamış, o boş ve karanlık ve sahipsiz çıkmaz sokaktaki eve hiç girmemiş gibi. Bindiği otobüsün camından bakarken yağmur başlıyor. Sarı kafalı çocuğun huysuz gözleri, alaca bulaca bir ceket, bir kasket, dikiz aynasındaki tespih. Eylül. Sonra yağmur.

Bu mevsim, diyor, eskiye döneceğim. Uyuyor sonra. Kaç gün, kaç yıl…

Aydınlığın son saatlerinde yorgun uykusundan ayıyor. Gün yavaşça karanlığın gölgelerine karışıyor ufukta. 

Tepelerin ardında. Çantasından birkaç fotoğraf çıkarıyor. Eski. Yeniyetme bir oğlan omzuna yaslandığı yaşı belli olmayan kadının yüzüne bakıyor. Bir duvarın önünde. Kül rengi. Kadının yüzü Azize. İncecik. Geride bıraktığı şehirgeliyor aklına. Bir gülmedir tutuyor. Karnını tuta tuta. Kahkahalarla gülüyor. Umutlu, daha çok sevince benzer bir şey.

Hep kadınların fotoğraflarını çekmişti bunca yıl. Tren garlarında, otobüs duraklarında, bir vitrine bakan, bir parkta oturan. Ağlayan, gülen, sevişen, kavruk, solgun. Anneler, sevgililer, kız kardeşler… Hüzünlü kadınlar en çok. Coşkulu, acılı kadınlar. Umutlu, umutsuz, ölümcül, kötücül. İpek saçlar, kısa saçlar, uzun saçlar. Siyah gözler. Mavi ve yeşil ve ela ve kahve. Sırf fotoğraftaki bakışları bir kez daha. Belki bir umut. Sonsuza kadar yeniden…

Otobüsün buğulu camından geceye karışıyor Azize’nin yüzü. Sonsuzluğun bir yerlerine takılıp kalmış evler. Tek tük, orada burada yanan ışıkları evlerin. Mesafesiz. Uzak mı yoksa yanı başında mı belli olmayan. Sarı ve titrek ışıklar boşlukta. Çoktan unuttuğu eski bir özlem doluyor birden içine. Umutsuz değil şimdi. Bu sefer, diyor. Başaracağım. Hiç unutmuyor. Günlerden cumartesi. Sonbahar. Hatta bir sonbahar akşamüstüsünün son saatleri. Günün en güzel zamanı. Azize’nin gözleri gibi.

Uyuyor. Hesapsız kitapsız bir uyku tüm istediği. Başının üstünde ilkyazın habercileri. Gökyüzünde dönen. Beyaz ve siyah kanatlar. Sonra biraz mavi. Bozkır çiçekleri sağı solu. Foto Şuayip’in vitrinindeki o makine için biriktirdiği buruşmuş paraları çıkarıyor ceplerinden. Yarından tezi yok dumanlı fabrikada işe başlayacak. Nasılsa okul bitti. Yoksa sittin sene alamaz. Nasılsa bir gün gidecek. Azize’yi de götürecek. Bir denizin kıyısında mutlu Azize…Kadınlar sevecek. Dokunacak. Saçlarına, gözlerine. Bacak aralarına. Çok sevecek hepsini. İnadına. Babası gibi olmayacak. Babasına inat. Rengarenk çiçekler verecek. Kitaplar okuyacak bütün kadınlara. Şiirler. Masallar anlatacak içinden upuzun yollar geçen. Şiir olacaklar, sırlı masallara dönüşecekler. Yüzlerini boyayacak onlar uyurken. Azize’nin yüzündeki morları, kırmızıları siler gibi…

Bir gün.  Otobüsün camında geceye yitip gitti. Güneş bir daha battı. Karanlıkların içindeki, yolsuz, tek tük titrek ışıkları seyrediyor. Sessizliğin içindeki evlerin sarı ışıklarına, belki de çoktan unuttuğu bir özlemle bakıyor bir bir. Hiç unutmuyordu.

Günlerden cumartesi. Sonbahar. Hatta bir akşamüstünün son saatleri. Günün en güzel zamanları. Sarı. Azizenin gözleri gibi. Uyudu. Karabasanlar üşüştü her yerine. Yine. Sabahın soğuk saatlerinde iniyor otobüsten. Elinde kısa saplı çanta. İçindeki onca fotoğrafın ağırlığı kare kare omuzlarında. Çarşıya yürüyor. Bildik yollardan. Foto Şuayip’in tozlu vitrin camları biraz kederli. Artık yeni moda dükkanların arasında sıkışıp kalmış. İçinde bir umut. Bir şaşkın bulut. Mutluluk gibi bir tuhaf hafiflik hatta. Tanıdık sokaklar ardı sıra. Ardı sıra Azize. Dağlarda bozkır çiçekleri. Fabrikanın dumanlı kokusu. Aynı. Zaman burada, tam bu anda dursa.Gün doğuyor birden. Tepelerden.Zaman durmadı hiç oysa. Vitrindeki makineyi alıyor sonunda. Birazını önden gerisi Allah Kerim. Bir heyecan koşuyor eve. Kapıda Azize. İçerden babasının sesi. Yine. Kavgalı, öfkeli, sarhoş. Azize’nin yüzünde mor bir salkım söğüt gölgesi. Dönüp dolaştığı bütün yollar bitiyor sonunda. Kapının önünde binlerce fotoğraf. Onca bıçak yarası. Sıyırıp atıyor. Bir bir soyunuyor.Babasına inat. Geçmişin ve geleceğin ortasında. Farz etmeliyim onca yolu gelmemişim. Ben burada, bu çıkmaz sokağın köşesinde, bu kapının önünde değilim. Değilim. Hiç olmadım. Olmadım…

Bu sefer başardım, diyor. Kalbinden bir serçe kuş havalanıp tepelere uçuyor. Elinde o eski kırık fotoğraf makinesi. Kapıyı çalıyor. Bekleyişin soğuk rüzgarları esiyor kuytularda. Bir ince toz kalkıyor taşlardan. Duvar diplerinden. Açılmıyor kapı. Bütün düşler ve bütün anılar karışıyor birbirine. Şimdiye kadar ne varsa. Bütün gerçekler ve bütün umutlar…

Babasının sarhoş sesi. Azize’nin yüzü. O yeni yetme oğlanın gözleri. Bir fotoğraf makinesi duvarda paramparça. Elindeki bıçak.