Yol boyu direksiyon başındaydı Ali. Bir yerde yemeliyiz artık diye düşündü. Dinlenmiş de olur bu sayede. Sahil boyunca tavernalar dizili. Annemin anılarına sık sık uğrar biliyor musun Aleksandrapoli’nin kıyıları. Ev zeytinlikler tarafındaydı. Şu kilisenin arkalarında olmalı. Sınıra kadar günlerce yürümüştük. Çocuk halimle yarım yamalak hatırlıyorum ben de. Yüzündeki hüzne anlam yükledi bunları düşünürken, biz muhacirler biraz derinlere dalarız kimi zaman geçmişi deştikçe diye seslendi o an. “Tatilciler yine akın etmiş buraya anlaşılan. Caddeki kalabalığa baksana."
Ipıssız, sessiz köyün yamacına ulaştıklarında saatler geçmişti. Ali, ağır, yalpalı geliyordu yorgunluktan. Bu zulmü layık gördüler bize o milisler.
Bana bak hanım, bana bak! Hele karşıya ulaşamazsak o herifler gebertecek bizi. Sazlıklarda bekleyecek zaman değil diye ite kaka sandala yönlendirmişti Mehmet, oğlanla Emine’yi. Dere kıyısındaki söğüte sırtını zar zor dayamış Emine burnundan soluyordu. Sesim, öfkem içimi yiyip bitiriyor diye söylendi o sırada.
Sazlıklar uzanıyordu kıyı boyunca. İlerdeki Çeltik Gölü’ne ulaştı bakışları. Karartılar arasında köylerin aydınlığı belli belirsiz.
Kıyıdan sandallarla geçmek Mehmet'in fikriydi. El koydular mala mülke. Mübadele… Siktirin gidinin bir başka dildeki hali. Meriç ıssız karşı kıyıdan kıyam günlerini anımsattı. Yorgo'lara da aynısını yapmışlar sınırın ötesinde. Rum dölleri, Türk dölleri… Kan karışmadıysa da yabancı elin kokusu, dili, öfkesi, sevinci bulaştı göç edenlere muhakkak. Köylülerin yargısı kesin. Aleksandrapoli'de kalanlara mı yanmalı…Toprak, ev, geçmiş, Yorgo…Yok, yok Dimitra hınçla bakıyordu kalabalığa. Yine de pıstı, ses etmedi milislerin evleri ateşe vermesine.. Sotiria abla ağlamıştı kaçarlarken. Savaş kurbanlarını verdi sonunda. Kıyıdan varırız Türkiye'ye demişti Mehmet. Niye sınırdan girmediler ki? Askerler pusatlanmış geziniyor gecenin karanlığında. Meriç’in kıyılarındaki sazlıklarda saklanmalı. Linç edecekti Andreas yanıbaşındaki milislerle. Evi yaktılar Mehmet. Andreas sırıtarak ateşe verdi iki evi de. Melahat de kaçtı besbelli kocasıyla. Diğer sandala binmiş olmalılar. Su soğuk, derin haylice. Denize çıkan yolda, sınırın öte tarafında tekme tokat kovdular Rum komşularını. Zulüm denir Mehmet. Tehcire can dayanmaz. Şimdi onların komşusu biz mi olacağız yani. Hani kovanlar kovulan yeni komşularını mı buyur edecek topraklarına? Öldüresiye döven komşular. Yorgo’yu kovanlar, Yorgo’yu bilirsin Mehmet, Selanik’te az mı uzo içtiniz o salaş meyhanede. Yasu Yorgo, Yasu Mehmet. Küfede taşımışlardı seni üstelik. Enez'de günebakanların arasında hayal ettim onu. Tuğla evlerin birinde Eleni cacikisini hazır etmişti Yorgo'nun. Alkolik kocalardan dert yanmıştı bir seferinde. Milletler değişiyor ama erkekler aynı bok diye söyleniyordu hatta.
Ateşi yakmalı Mehmet. Islandım iyice. Soğuk esiyor gecenin köründe. İt gibi titreten hava gebertecek bizi bu gidişle. Dolunay var gökte. Sınırı geçtik mi Mehmet. Yargo peki? Eleni sardunyalarını bırakmak zorunda kaldı demek ki. Gözü gibi baktığı çiçekleri bahçede kuruyacak anlaşılan. Savaş hepimizi canileştirdi anlaşılan. Andreas az kahvemizi içmedi her uğradığında. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varmış, fincanına da kahvesine de! Bizim Ali'yle az oynamadı oğlu beş yaşındayken bizim bahçede. Karısı Barbara ağıt yaktı mı arkamızdan. Kocasının öfkeli sesiyle kalabalığın haykırışları birbirine karıştı o gece. Türk dölleri, Rum dölleri. Yunanca, Türkçe küfürler.. Defolun buralardan. Karnıma ağrılar girdi Mehmet. Kıyıya ulaşmadan soğuğu kaptım besbelli. Köhür köhür bir öksürük. Ateşi yakmak şimdi mi aklına geldi be adam. Trene yetişemediler köydekilerin birçoğu. Yağmadan can havliyle kurtuldu birçoğu. Komotini’den kalkan tren kaç kilometre ötelerinde. Üstümdekileri çıkarmalı şu kuytuda. Ateş harlandı yeni yeni. Belgeleri olmayanı geçirmiyormuş sınırdan Yunan tarafı. Bavula ne sıkıştırabildi ki.. Üç beş kıyafet ancak. Anıları, hanımelleri evde kaldı. Yanan taş evde çocukların fotoğrafları da kaldı. Bunu getirebildim ancak. Ali’nin üç yaşındaki hali bak. Yorgo amcası Edirne’den tahta oyuncak getirmişti o gün. Enez’deki akrabalar haber aldılar mı geldiğimizi. Çam ağaçlarının arasında bekleyelim bu gece. Belki gelen olur Mehmet. Köydekiler İpsala’ya vardılar mı acaba? Sınırda bekletiyorlar belli ki treni. Selanik’ten Komitini’ye ardından İpsala, Enez, Keşan. Zehra yenge geleceklerini biliyordu muhakkak. Gece uyumalı bir köşede. Ateşi söndürme Mehmet. İçime dek işledi soğuk. Biraz daha çalı çırpı atmalı ateşe.
Annemin anılarla imtihanı diye söylendi Ali. Bugüne ait her anısı belli belirsiz ama geldikleri yılları anlatıyor habire. İçinde büyüyen bir dert gibi sığınıyor sınırdan geçtikleri geceye sanki. O sazlıkta uyudukları geceyi anlatıyor habire. Dallara astıkları çamaşırları, valizleri gece vakti yürüten o köylülerdi muhakkak. Dımdızlak bırakmıştı üçünü hırsızlar. Oğlanı zor susturmuştu sabahında. Valizde beşi bir yerdeleri de vardı. Ona yanıyordu sık sık. Babanla evlendiğimizde anam vermişti onu. Onun da anası… Yunanlı komşular yetmedi Türkler de sıçtılar ağzımıza sınırı geçtiğimizde, dediğinde gözleri yaşardı yine. Oğlu olduğumu bazı zamanlar hatırlar aslında. “Börek yapmış Sotiria ablacığım. Yolluk olsun, ıspanaklı hem de. Midem kazınıyordu sandal kıyıya ulaştığında. Yüzerek ulaşmıştık Ali’yle sandala. Mehmet arkamızda. Deniz dalgalıydı yine. Gökte şimşekler çakıyordu o an. Yağmur geliyordu demek ki. Sazlıkların arasından sürünerek, sersefil halde varmıştık en yakın köye. Hoşnut değildi konukluğumuzdan sınıra yakın köydekiler. Yine de buyur ettiler evlerine. Zoraki de olsa bir tas çorba koydular önümüze. Zehra yengeye ulaşmalı dedim Mehmet’e. Tez elden haber etmeli yengeme. Elde avuçta bir şey kalmadı. Ziynetler bavuldaydı zaten. Benim iç donu bile çalmış puştlar. Don gömlek hoş geldin dediler bize o gece anlayacağın.” Bir yabancıya anlatır gibi anlatıyordu adeta. Öyküsünün kahramanı Ali ben değildim sanki.
Yasu Ali Bey.. Barbayaninin tadına yılda bir buraya geldikçe varır olduk zaten. Annenin akrabaları kaldı mı buralarda peki.
Hepsi de Edirne’ye yerleşti sonunda. Enez’de birkaç dönüm toprak verdi devlet bizimkilere. Ama annem Aleksandrapoli’deki evi hiç unutmaz, Dimitra’yı, Sotiria’yı. Geçen yıl Sotiria’nın kızlarıyla tanıştım buralara geldiğimde. Annemin yemenisini saklar yıllardır. İyice yaşlanmış Soteria da. Elleri titreyerek saatlerce annemin terziliğine methiyeler döküyordu. Essaslı terzidir valide. Kendi kıyafetlerini kendi dikerdi, eskileri söker ve bana gömlek, pantolon yapardı, kızkardeşime etek. Teğellemeyi Sotaria teyzeden öğrenmiş hatta. Kalamar da iyiymiş hani. Kızarmış kabak mı istesek garsondan? Paskalyalarda Soteria’nın kuzu çevirmesini afiyetle yiyen o müslüman veleti hatırladı. Ali’nin önüne mağiritsa çorbası koymuştu bir seferinde. Baharatları Mısır Çarşısı’ndan alırmış kocası Dimitris. Ticaret erbabı bir adamdı Dimitris. Bir ara İstanbul’dan kahve getirmişti de köydekilere iki katına satmıştı. Çocuk haliyle nasıl da hatırlıyordu bunları akıl erdiremiyordu bir türlü. Annesinin anlattığı hikayeler yerleşmişti belleğine besbelli. Kıssalar, masallar arasında “Ya sou vre” diyerek beni evlerinin kapısında karşılayan Dimitra geldi aklına. Anası Dimitra’ya avluda elindeki pamuklu kumaşı gösterip sürfile nasıl yapılır onu anlatıyordu o sırada. ‘Kumaş kenarlarının tarazlanmasını önlemek amacı ile yapılır bu. Bu pamuklu, başka kumaş türüne göre katladığın kısmın gerisinden ve soldan sağa önce düz sonra çapraz dikiş atman gerekir.’ Annemleri Enez’teki çeltik tarlalarında hatırlarım sık sık. Günebakanlar gibi güneşe bakıyordu gözleri. Babam, kan ter içinde ekim nöbetlerinde toprağın tohumdan hasada geçişini beklerdi o sıralarda. Aleksandrapoli’deki evde kümeste üç tavuk, bir ibikli horoz, iki keçimiz de vardı hatta. Alacalı ikisi de. Sevimli mi sevimli ufaklıklar. Uysal, laf dinleyen cinsten şeylerdi hani. Hanımelleri, sardunyalarımı da bıraktım orada. Ali o avluda koşar dururdu. Hatırlar mısın? Uzun alaca aydınlıkta sofanın bitimimindeki ocakbaşında ateşi yakarken beklerdim seni. Bir türlü alevlenmeyen ateşe üflerdin geldiğinde. Dumandan gözü yaşarırdı Ali’nin de yemeniyle ucunu silerdim yaşların hani. Çima dikişi ben belletmiştim Dimitra’ya. Bahçedeki zeytin ağacını hatırladın mı Mehmet. Evi yaktılar sonunda Mehmet, diye seslenmişti bana. Belli ki yine tanımamıştı oğlunu. Anılarla yaşıyor annem anlayacağın. Allah için, besmele hakkı için konuş benimle Mehmet. Papaz Efendi'nin bile kıyafetlerini dikerdim. Ne diye gönderdiler bizi. Buruk çıkıyor her seferinde annemin sesi.
Yemyeşil tarlalara her gün batımı kızıllık ve ardından morluk çökerken gözleri gökte yitip gidiyordu Mehmet’in. Yorgo haber salmış, Kavala’ya yerleştiler ailecek. Topraklara çökmüş köylüler, ev yıkılmış çoktan. Keşan’daki evi görmüş rüyasında Yorgo. O gece burnundan soluyordu karısı da. Mal mülk dediği üç dönüm zeytinlikte yeni komşular türemiş çoktan. İki üç katlı evlerin balkonlarında sardunyalar. Dimitra’nın sardunyalarına benziyor herbiri. Köylük yeri dirliksiz, düzensizlikten haylice yorgun düşmüş o yıllarda. Can kavgasından göçtü Mehmet de Yorgo da. İçlerine ateş düştü bir kere. Asta na pane, deyivermiş Kavala’ya vardıklarında Yorgo, yorgun, dingin bir iki cümle sıralanmış ardından. Dimitra’nın iç sıkıntısını fark edince öfkesini de dizginlemeye meyletti.. Mi hirotera, diyerek dört dönmüştü sınırdan geçtiklerinde. Bavulun içine koca bir ömür sığar mı, kırık dökük anılar da keza.
Zamanı kazımayalım Ali, tatile geldik sonuçta. Şu köy evlerinde renkli minik heykelcikler, İsa Mesih, Meryem Ana’lar arasında zakkumlar, zeytin ağaçları, keçiboynuzları…Ihlamurların kokusu buram buram geliyor burnumuza. Sizin köydeki bahçede ıhlamur ağaçları da vardı değil mi.? Ihlamur hatıralar demekmiş, hatta çocukluğunu anımsar birçok kişi.
“Dimitra ve Yorgo yaşıyorsa uğrayalım mı onlara? Belki hatırlar seni? Var mı adresleri, kayıt kuyut bir şeyler sende?”
Sotiria çoktan vefat etmiştir, memleketin havası suyunda toprağa kök salmadıysa elbette. Dimitri ve Yorgo buralardadır belki. Ali’nin zihninde annesinin kıyıya sürüne kalka ulaştığı geldi. Dimitra’nın yaptığı odun ekmeğiyle açlıktan gebermemişti annem de babam da. Zeytin, peynire katık ettiler ekmeği.
Annem geçenlerde çeyiz sandığından tığ işi örgü masa örtülerini çıkardı. Bunlar Dimitra’nın. Bana bıraktı köyü terk ederken. Bir gün kapısına gidip vereceğim koca karıya. Kahve de içeriz karşılıklı. Aman Emine mou, kuzum Emine mou, ne diye yük ettin kendine bunları. Gir içeri hele. “Ta Mavra Matia Sou” Serzenişler, sızlanışlar okunurdu muhakkak Dimitra’nın yüzünde. Yıllardır çeyiz sandığında saklarım bunları. El emeği göz nuru her biri. Aman Dimitra mou, kuzum Dimitra mou, Usul usul gözyaşları döküldü yine gözlerinden.
Ölmeden getirmeliyim annemi buralara. Belki o da bu topraklarda gömülmeli.
Ali’nin gözleri denizin açık maviliğinde yitip gitti yine.
“Yasu o halde! Şu sarmanın tadına bak derim. Anneminkiler kadar güzelmiş valla.”
Deniz bugün daha uysal, diye geçirdi aklından Ali. Ana baba günü meyhane, buzukinin sesi yankılanıyor bir yandan.
“Yorgo da bilirdi buzuki çalmayı. Babama da öğretmeye niyetlendi hatta. Ben bağlamayı becerememiş herifim diye vazgeçmişti çalmaktan aleti babam bir süre sonra.”
Anılar ormanında yitip gitti bir an. Denizin mavisi gün batımında renkten renkten geçiyordu sanki.
Asta na pane:Boş ver gitsin
Mi hirotera :Daha kötüsü olamaz
Ta Mavra Matia Sou: Ta Uzaklardan gelen