Otelin önünde kargaşa. Organizasyon için herkes işinin başına geçmiş de bir tek o geç kalmış sanki. Rıfat vakit kaybetmeden oturdu orgun başına. Bakındı şöyle bir. Pek gelen yok. Gelin tarafından olduğunu söyleyen bir hanım teyze kadifeden nakışlı elbisesini çekiştire çekiştire tepesinde bitti.
‘Bak oğlum, bizim oralara uyasın ha’.
Simsiyah gözleri vardı kadının, iki küçük çukurun içinde daha derin bakıyordu. Birkaç saniye öylece baktı Rıfat, o çukura birdenbire yuvarlanıp düşeceğini tahmin edemeden. Bir sen eksiktin be anacım, başka işim mi var sanki, sen söyleyecen, ben çalacam. Bu defa dayanamadı, kolunu dürtükledi kadın.
‘Hadi oğul, utandırma bizi ele güne, çal iki tıngırtı ama öyle kafamızı şişirme.’
Hemencecik oğlu belledi gözünü sevdiğim. Tamam, dedi Rıfat. Sen hiç merak etme teyzem, kimlere kimlere neler çaldım, oo o.., kulağım iyidir haylice. Şarkıları, türküleri taradı bir bir. Kafa şişirmeyecek olanları seçecek güya. Pes yani. Ayol mevlit değil ya. Kına gecesi bu, herkes eğlenmek ister. O iyi, bu kötü, davulu, zurnası derken o esnada kapının dibinde kırmızı kaftanlı dal gibi bir kız belirdi. Gelindi bu. Kızın minnacık yüzüne uyumsuz kırmızı, etli dudakları ilgisini çekti Rıfat’ın. Kalın görünsünler diye etraflıca boyanmışlardı belli ki. Dikkatle bakınca yüzünün yemyeşilliğini de fark etti. Sararmış yanaklarından dipsiz bir kuyuyu anımsatan ağız içine doğru yeşilin her tonuna çalan derisi insandan çok yavru bir kediyi anımsatıyordu. Ya elini, kolunu nereye koyacağını bilmez utangaç hallerine ne demeli? Sanki eline top versen şimdi hemen oracıkta sektirecek, oyun kuracak kendine.
‘Testi de yok, oynayasım da ‘
Kirpikleri usulca aşağı düştü, düşünce kalemle çizilmiş kaşları iki ayrı yöne bakan yollar gibi birbirinden uzaklaştı. Kurumuş ağaç dalını anımsatan kolları vardı kızın, sanırsınız o kollarda taşıdığı üç beş tane burma bilezik değildi de sanki köyünün dağları, tepeleri, kasvetli yaz geceleri, yaz gecelerinde damlara serilen yün döşekler, o döşeklerde görülen düşlerdi.
Hep aynı model ya bunlar. Süslenip püslenip gelirler, sonra bıdı bıdı… Ses çıkarmadan öylece kıza baktı.
‘Madem testi yok, kına mına da istemem, çalgı, çengi de istemem.’
Kollarını birbirine bağlayıp yaşlı kadının, Yade'sinin, tam karşısındaki tabureye oturdu. Otururken yere kavuşamayan ayaklarını salladı. O; ayaklarını sallarken bir bakıma çaylarda, nehirlerde yüzdürdüğü kuru yaprakları, kağıt kayıkları da salladı. Hatta evcilik oynarken çeşme başında, yün yıkayan ellerini de. Kızının inatçılığı karşısında ne yapacağını bilemeden İki elini havaya kaldırdı yade. Memleket toprağına benzeyen çatlamış dudaklarını bir süre kımıldattı. Fesuphanallah! Sonra ağladı gelin kız, içli içli, ağıtvari. Sanırsınız ağladıkça sesi, minareden yayılan ezanın usulca çanlara değerek çoğaldığı, çoğaldıkça hanların, konakların, hatta sadece eşeklerin araç olarak girdiği dar sokaklarda çerez niyetine bulgur atıştıran çocukların çığlıklarına dönüştü. Çıkmam, dedi. Testi olmadan şuradan şuraya çıkmam.
Şaşkınlıkla bakakaldı Rıfat. Gecelerden alışık, bilir testinin bir gelenek ürünü olduğunu. Akşamın bu saati bu meret nerede bulunur ki? İlla dediğin olacak be canım, zaten bir lokmasın, ne yapacan testiyi. Gördü ki kız iyiden iyiye süzülmüş. Acıyası tuttu. Biraz düşününce aklına geldi birden, hani geçen yaz tatile gittiklerinde kız arkadaşının ısrarıyla zoraki aldığı, alıp da evde hiçbir yere sığdıramadığı, sığdıramayınca ayakkabılığın üstüne sıkıştırdığı toprak yapması o şey... O esnada nasıl olduysa rengarenk bir ışık kümesi yüksek bir gerilimle bütün bedenini sarmaladı, öyle sarmaladı ki yerinden fırladı hemen, görenler şaşkına döndü onun bu hallerine. Başka olsa kimse kımıldatamaz onu yerinden. Sonra nasıl olduysa füze gibi, fişek gibi nokta atışı yaptığı evinde testiyi kapıp yine aynı ışık kümesi eşliğinde geri döndü. Nefes nefese tutuşturdu kızın eline.
‘Al hadi al, bir şey istemez.’
Gelin kız testiyi, evirdi, çevirdi, dudağını büzerek Rıfat’a geri verdi.
‘Üzerinde hiçbir şey yok ki bunun ne bir renk ne bir süs.’
Tüh be, iş mi bu gelincik, kan ter içinde kalmışım, senin şu ettiğine bak şimdi.
Bahane üstüne bahane üreten kızına doğru Yade'nin gözleri büyüdü, tıpkı dağların, yamaçların üstüne dökülen bir karartı biçiminde neredeyse yuvasından çıktı çıkacaktı.
‘Testi de testi, kafanda kırıla inşallah! ‘
Rıfat testi yerine tutup bir elma şekeri getirseydi kızın daha çok sevineceğini düşündü nedense. Hatta saçını okşayıp sevesi, yanağından makas alası geldi. Dayanamadı, bir yerlerden keçeli boya kalemleri bulup kıza uzattı.
‘Madem renksiz, öyleyse istediğin gibi al boya bakayım.’
Gelin kız yine aynı memnuniyetsiz tavırla aldı kalemleri. Çabucak çizmeye başladı. Parmakları testiyi çizerken ardı sıra çoğaldı, hatta nasıl olduysa kalemlerin her biri tek renk oldu. Gökyüzü büyükten bir karartıya, ağaçlar üst üste yığılmış ölülere, damlar anaların ölgün bakışlarına döndü. Parmakları çoğaldıkça yeğin bir karanlığa akan dereler, çaylar biteviye kurudu. Kuruyan yerde Yade'nin sesi, sesin hiç resmi olur mu? Olur. Evlerin önüne ipleri, iplerin üstüne bez parçaları çizdi sonra, dantelleri sökük örtüleri, uçları delik yün patikleri ve bir de körpecik kınalı elleri.
Rıfat şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemediğinden bir yandan kızın usulca çizdiği resme bakakalırken bir yandan da hangi şarkıyla başlayacağını düşündü. Bildiğin çocuk. Davul da yakışmaz, zurna da. En iyisi çifte telli ile başlamalı.
Salondaki bir grup insan sandalyelere oturup köy meydanını anımsatan bir yuvarlak çizdiler. Işıklar sönüp ortalık loş bir karanlığa döndüğünde ilk şarkıyı çalmak üzere parmağını tuşa bastı Rıfat. Yuvarlak alana omuzdan omuza uzak, yüz yüze uyumsuz, biri küçük diğeri büyük iki karartı düştü. Etrafı çevreleyen kadınlar yüzünden şarkının tınısıyla olduğu yerde iplere asılmış çamaşırlar gibi iki yana salınan bu iki karartının gelinle damat olduğunu göremedi Rıfat. Sonra alanın yuvarlaklığına denk adımlarla sıra sıra yürüdü gelinle damat. Onlar sıra sıra yürürken bu kez Rıfat başka bir şarkıya geçti. Halayın sesi hoparlörden çıkıp gümbürtüyle tavanda sarkan rengarenk lambaları titretmekle kalmadı, omuzları da titretti. Omuzlar birbirine yapışık, kollar kenetli, ama ne bir adım geri ne de bir adım ileri, olduğu yerde tepinir gibi. Gelin kız dip dibe yürüdüğü eşinden uzaklaştı, sandalyeye oturup yüzünü örten pullu örtüyü ısırdı. Salondaki bütün kadınlar o pullu örtünün altına girdi de sanki o koca alan omuz sallayan adamlara kaldı. Rıfat sıkıntıdan listesindeki sıraya uymayarak şarkıları ikişer üçer atladı, içlerinde en hareketlisini de çaldı, ama yok, salondakilerde en ufak bir kıpırdanma yok, en sonu dayanamayıp kalktı, dışarı çıktı, sigara üfledi karanlığa. Ne tuhaf, insanlar ne tuhaf, sen gel bir ton para dök sonra sadece tepin. Nedendir bilinmez gözünün önüne gelin kızın sureti iniverdi, inmekle kalmayıp bedenini giyer gibi giyindi baş aşağı. Öyle nazenin, yumuşacıktı mini mini elleri. O ellerle ne taşlar atılmıştı sapandan ne çamurlar yoğurulmuştu hamur niyetine. Sonra kah evlerin içinde, kah kapı önlerinde, tarlada, sokakta lastik terlikleriyle koşturan kızları; kızların peşi sıra dövünen anaların sokak boyu uzanan kınalı saçlarını anımsadı. İçi burkuldu anlayacağın.
Nasıl olduysa gözlerine koyu kıvamda kan doldu birdenbire, sonra gökyüzünden kan parçaları, kan rengi elbiseler, kan lekeli çeyiz sandığı, kan desenli perdeler, kandan mobilyalı yatak düştü patır patır ve Yade'nin buyurgan sesi ağacın dalına takıldı.
Şimdiye kadar böylesine sıkıcı bir geceye tanık olmadığını düşündü Rıfat. Sırf bunun için erkenden hazırlığa koyulmasını, düğün sahiplerini memnun etmek için sağa sola koşturmasını vakit kaybı gördü. Yanı başına ince, uzun bir gölge düştü bir anda. Kına yakılacak çalgıcı bey, seni bekliyor bu millet. Sigara izmaritini ayağıyla iyice ezip gölgeye doğru yöneldi. Tamam dayı, şimdi geliyorum. Gölge uzaklaşırken incelip uzadı, kapıya vardığında içerden sızan ışıkla aydınlandı. Rıfat işte o esnada tam da karşısında takım elbiseli bir adam buldu, üstelik kambur. Adamın peşi sıra içeri girdi. Salonun ışıkları açılmış, pullu örtüyle kadınlar yok olmuş, erkeklerse bir köşeye çekilip muhabbete koyulmuşlardı. Son parçayı çalalım da bitsin gitsin. Nedense ertesi akşamı düşündü, yine ne ile karşılaşacaktı kim bilir. Eğlenmesini bilmeyen parayı basınca bir şey olacak sanıyor. Bizim gibiler de uğraş, dur. Işıklar söndü, alana hani o küfreden sahici loşluk yerleşti. Son şarkı işte, oh, şükür. Müzik sesiyle zılgıtlar yükseldi. Sonra zılgıtlarla gene o pullu örtü doldu içeri. Sanırsınız örtüyle köyün dağları, tepeleri, kasvetli yaz geceleri, yaz gecelerinde damlara serilen yün döşekler, o döşeklerde görülen düşler de geldi. Şarkının hüznüyle kımıldandıktan bir süre sonra havalandı, havalanmadı da uçtu, gitti. Soluyuşlarıyla iç içe geçmiş kadınların arasında mini minnacık avuç içleri göründü gelin kızın. Usulca eğildiği yerden testiyi kucaklayarak süzgün bakışlarla etrafına bakındı. Bakınca sanki her yerde, herkeste yadesinin zifiri karanlıkta süzülen gözlerini gördü. ‘ Kır’ diyordu o gözler karanlığından sıyrılıp. Testiyi iki elinde sıkıca kavradı gelin kız. Birkaç adım atıp etrafında dönerek yuvarlak çizdi. Az sonra omzunda kırmızı örtüyle damat girdi o yuvarlaktan içeri. Çömeldi, kamburuyla tabureye oturdu. Rıfat adamı yakından görünce şaşkına döndü. Kambur dayıya bak sen, damat çıktı. Birkaç tur döndü gelin kız damadın etrafında, dönerken testiyi havaya kaldırdı. Oynar gibi değil de sanki dağları, tepeleri yerinden kaldırıp bir hışım fırlatacakmış gibi. Rıfat şarkıdan şarkıya geçtikçe müzik daha da hızlandı. Gelin kız testiyi bu kez parmak uçlarında çevirdi, çevirdi. Şarkının bitmesiyle testi birdenbire yere devrildi. İşte o esnada testiden yığınla nar taneleri saçıldı; öyle bir saçıldı ki kesiden sızan kan gibi fışkırarak salondakilerin yüzüne, gözüne çarptı. Bununla kalmayıp masa üstleri, ışıklı tavan, kaygan zeminli oyun alanı, elektrik kablolarına kadar ne varsa her yer, her şey kırmızıya bulandı. İçin için öğürdü Rıfat, eliyle ağzını kapattı. Kendi getirdiği testinin ortalığı bu hale getirmesinden içten içe hoşnuttu bir bakıma ama gecenin bu biçimde sonuçlanmasından ötürü şirket sahibine ne hesap vereceğini düşündü. Hepi topu bir testi işte. Görün bakın nelere mal oldu.
Öyle şaşkın ve tırsak bakınırken zihninden gözlerine örgülerini rüzgara savuran kızlar indi.
Nar tanelerine değmemek için parmak uçlarına basarak usulca dış kapıya yöneldiler. Karanlık esti ikisinin de yüzüne, öyle bir esti ki bir kaçışı müjdelemek, belki saklamak, hatta bir daha olmasın diye unutturmak için.
Arkalarında ulu orta fırlamış pabuçları ve köyün yaz gecelerini anımsatan kırmızı elbiseyi bıraktılar.