3 dakika okundu
Hayatın Anlamı/Erinç Büyükaşık

Yeni bir kahraman, yeni bir aptalca suç

Perdenin arkasında, pandomimde

Siniri tut 

Buna daha fazla tahammül etmek isteyen var mi?

Gösteri devam etmeli


Sabahın ilk saatleri. Evden kuşluk vakti yollara düşmek katlanılmaz hâlâ. Sabah ezanı çoktan okundu, müezzinin sabah makamında yayılan sesiyle zar zor uyandım. Gözlerimi açmam için set bir kahve içmem gerek besbelli ayılmak için. Ilık yatağımdan kalkmak, aylaklık hallerimden arınmanın zamanı. Sabahları eve bir yabancı gözüyle, aidiyetlerden uzak bakmak gerek, sokağa bedenini ve aklını bir bütün olarak bırakmanın tek çaresi aitliklerini unutmak olsa gerek. Uykudan uyanmaya inat ediyor gözlerim, yanı başımda mırıltılar içinde uyuyor kedim. Banyoya girince ilk işim musluğu açıp suyun akışına kulak vermek, suyun akışındaki artan basınç beni kendime getirebilir. Alarm ısrarla çalıyor, gözlerim hâlâ kapanık, uykunun limanlarına demir atmış halini geride bırakmış.

Yola çıkma zamanı, görevler, sorumluluklar ardından "çalışmak için yaşamaya" dönüşen bir günü daha tüketmeli. Terezin Kampı'nın girişindeki o ifade beliriyor zihninde.

"Çalışmak özgürleştirir."

 Günlerdir elimin altında tuttuğum kitabın başlığıyla uyumlu sorular soruyorum kendime, "Hayatın anlamı"na dair her sorum yanıt arayışlarımla beni çıkmaza sürükleyebilir. Sokak uykuda daha, derslerin bir saat erken başlaması benim yola çıkış saatimi de değiştirdi. İlk otobüse binmeli, günün henüz aydınlanmadığı bu saatte evden Rıhtım'a uzanan yürüme mesafemde temizlik işçilerini ve konteynırlara boşaltılan çöp kutularını, açık esnaf lokantalarında çorbalarını içen insanları görmek mümkün. Göğün gri renklerinde bir ton arayışım başlıyor gözlerimle, beton yığınları ardındaki göğü art arda sıkışmış binaların sürgitinde keşfetmeye çalışıyorum. Denize ulaşacak gözlerim, ötedeki rıhtıma. İnsanlardan arınmış sokak, çöplerden arındırıldığı gibi. Üç dört saat öncesinde meyhanelerin önünde rakı bardakları, mezeler dizili masalar yok yerinde, masaların çevresindeki gürültücü, alkollü kalabalık da...

Kim bilir lokantadakiler gece köşedeki meyhanelerde demlendiler sabaha dek. Zihnim onların meyhane öykülerine ulaşmak niyetinde. Utangaç bir bakışla lokantanın camekânın ardındaki yorgun yüzleri keşfetmeli. Sabahın köründe yollara düşen kalabalıklar caddeyi dolduracak yarım saat sonra. Ülkede mesai saatleri öncesi sözleşmiş gibi otobüsleri, dolmuşları dolduracaklar. Tıkış tıkış taşıtlar. Ama yarım saat sonra. Şimdi daha ıssız cadde. Lokantadakiler akşamdan kalma çoğunlukla. Birçoğunun zihninde şerefine kaldırdıkları, şişe açtıkları konsomatrisler, tavernalardan yeni çıkmış yorgun ve abartılı makyajlarıyla mini etekli kadınlar. Belki birisi yanık bir arabesk şarkıyı bir kaç sefer istek şarkı diye detone sesiyle söyledi. Raflarında boy boy şişelerin sıralandığı meyhaneyi kuşatan ağır nikotin kokusuna eşlik edercesine yakıyorlardı sigaralarını ardı ardına. İçi geçmiş, yorgun kadınları gözleriyle selamlıyorlar, meyhane şarkılarına bu adamların masalarına gelip az eşlik etmedi bir ikisi. Bir yetmişlik rakıyı üç katına içme pahasına masalarındaki adına az asılmadı herbiri, kadının karılarından daha işveli yaklaşabildiğini gördükçe dut gibi olmuş bu adamların içlerindeki şeytan uyanırdı hep. Şimdi lokantadalar, dumanlı ve bol alkole teslim zihinlerini günün uyanışına uydurmak gerek. Masada meze, rakı bardağının yerini başka şeyler almış.

Kelle paça, mercimek, fırından yeni çıkmış günün ilk ekmeği.

Çöpçülerin sokaklardaki hummalı çalışması elleri kararmış işçilerce toplanışı törensel bir tekrar halinde sürüyor. Sokağı kuşatan karanlığı gece lambalarının sarı ışıkları dağıtıyor. Gökyüzü artık daha gri tonlarda, birazdan  işe koşturan insanlara hazır olacak. Çevresinde bir dizi meyhanenin sıralandığı sokak meyhanelerinden yükselen seslerin ardından yorgun düşenler çakırkeyf hallice, köşedeki esnaf lokantalarında içtikleri çorba ve çayla kendilerine gelmeye çalışıyor birçoğu. Sokak yeni yapılan arnavut kaldırımlarla kentin belleğine kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyor sakinlerini, yol boyunca sıralanan beş, altı katlı yapılar arasında birkaç kagir yapı sokağın tarihi, belleğine dair son kalanlar. Sokak çöp aracından, konteynıra çöp kutularını boşaltan temizlik işçilerinin seslenişlerinden başka tüm seslerden arınmış, ıssız haylice bu saatlerde.

Birkaç saat önce çöp yığınağına dönmüş sokak arındırılıyor kirinden, pasından, insanlığın yeni gösteri dünyasına hazırlanıyor belli ki. Gece unutulmalı aslında bir döngü olsa da. İnsanlık sokağa dökülecek birazdan, işlerine, okullarına, bürolarına doğru aceleci bir koşturmaca başlayacak. Geceden arta kalan çöpler temizlenmeli, cilanmış ve yenilenmiş bir gün başlıyor.

Sokağın ana caddeye yakın köşesinde her sabah uğrak yerim haline gelen meyve sucuya yaklaşıyorum. İçine tek kişinin sığabileceği, vitrininde portakal, greyfurt ve bir dizi meyvenin görsellik kaygısıyla dizildiği dükkana vardığımda ne istediğimi belki de söylememe gerek bile kalmayacak, parayı ödemeden “greyfurt"mu sorusuyla karşılaşacağım. Kısa soruları ve kısa yanıtları seviyor dükkân sahibi. Aklaşmış ve iyice seyrelme saçları, gece uyuyamadığını belli eden gözleriyle ,gözlerinin içindeki kırmızılığı yorgunluğa yormalı, bu sokakta tanıdığım bir yüz onunkisi. Dükkânın yanı başındaki temizlik işçisi  plastik bardaklarla dolu çöp kutusunu konteynıra boşaltmakla meşgul. Diğeri ise atom dediklerini içerken, dükkanın içindeki küçük televizyondan sunucunun yorgun sesle sunduğu habere kulak veriyor. Benimle kurduğu kısa cümlelerin yerine temizlik işçisiyle uzun, ayrıntılı cümleler kullanıyor. Dükkânda çalışan kadın bana greyfurt suyunu uzatırken, temizlik işçisinin tembel teneke oğlunun okulla ilgili sorunlarını dinliyorum:

"Kayıt parası dediler, verdik. Şimdi de servis ücreti çıktı. "

"Mahalledeki okula yazdırsaydın."

"Köşedeki lisede sınıflar olmuş yetmiş kişi, biraz yol çeksin ama o okula gitmesin dedi, hanım. Bana kalsa sorun yok."

Konteynıra çöp kutusundaki plastik kirli bardakları atan arkadaşı karışıyor söze:

"Ona kalsa sorun olmaz zaten. Tazminatlar yatmamış, gıkı çıkmaz. Gece vardiyasına atarlar boynu kıldan ince."

Eğlenceli bir didişme aralarındaki. Kendi zihin okumalarımla öykülerine ulaşmak niyetim. Belki kurgusal, uydurma bir şey olacak okumalarım, belki de öykülerini utanmadan sıkılmadan kendileri aktaracak bana. Elimdeki içerken bu didişmenin keyifli bir dinleyeni olmaya çalışıyorum ısrarla. Üç ünün de zihnini okumak isterdim. Zihinlerindeki sorulara ulaşmak, başlayan güne dair kendi coşkusuzluğumun kardeşlerini, benzerlerini bulmak. "Günaydın" deyip söze karışsam öykülerine ortak ederler mi, dükkana gelen bir başka müşteri cep telefonuyla hararetli bir sohbet içinde, meyve sucuya “bana da atomdan ver" diyerek sesleniyor elindeki bozuk parayı uzatıp. Şifa bu mevsimde abi, diye şakalaşmaya kalkıyor adamla dükkanın sahibi. Adam dükkan sahibinin çene çalma isteğine karşı kayıtsız. Kadın, tezgahtan aldığı iki portakalı sıkmaya başlıyor, dükkân sahibiyse konteynırın yanındaki işçilere laf yetiştirmeye, eğlenceli didişmeye ortak olmaya çalışıyor. Bir bardak daha meyve suyu içsem mi, aç açına mideyi mahvetmek de olası diye geçirdim içimden.

Televizyonda futbol özetlerine geçildiğinde sohbet dünkü maç üzerine olacak. "Senin başkanı maç sattığı da halde çıkardılar cezaevinden." diyor meyve sucu takılarak. Gökyüzü gri tonlardan kızıla dönüş halinde. Bu kadar kısa süre gökyüzündeki renk değişimlerine şaşıyorum. "Maç satmayan takım mı kaldı, büyük paralar dönüyor bu işte. Bizimkiler bir sattıysa sizinkiler iki satmıştır." Futbol endüstrisi üzerine taraftar didişmesi yorucu. Oldum olası sevmemiştim futbol sohbetlerini. Sokakta hangi yaştan olursa olsun herkesin iki cümlesinin ardından başlayan ezberlenmiş spor programı alıntıları herbiri. Vardiyasının bitmesini bekleyen ve taraftar didişmesinin dışında kalan orta yaşlı, kır saçlı temizlik işçisi evini, gecenin köründe uykuda bıraktığı karısı ve çocuğunu geçiriyor zihninden. En azında öyle olduğunu düşünmek istiyor zihnim. Gece vardiyasına kaldığı için göremediği oğlan bu yıl dokuza geçti. Vardiye bitince iki odalı evlerine varır varmaz karısından su ısıtmasını ister. Evdeki elektrikli şofbenden akan su temizlemez vücuduna sinen ağır, ekşimsi kokuyu. Karısı adamın yaşlanmış, yıpranmış çıplak bedenini elleriyle yıkarken adam oynaşmak ister kadınla. Kadın yorgundur, sabahtan birkaç eve temizliğe gitmiştir. Yine de hoşuna gider kocasının ilgisi. Adam yorgunluğunun ayrımına vararak ısrarcı da olmaz zaten, masadaki çayı, kahvaltılı hızla tüketir, oğlanın okul masrafları, dersleri, faturalar, odun ve kömür ihtiyacını konuşurlar masada. Yıllardır değişmez bir oyun devam eder, adam kadına "Sen ne güzelsin “ deyiverir yılışık bir ifadeyle. Her eve dönüşünde karısının yılların eskittiği yüzüne hayranlığı bitmemiştir. Kadın her sabah apartman apartman dolaşıp evlerin pisliğini temizlemekten usanmışsa da kocasının ağır, ekşi kokusunu hoş görür hep. Bir an önce banyoya gönderir adamı. Bir başka törensellikle yapar bunu.

Kadını yer yer duymazdan gelse de adamın henüz yatmayan tazminatı, eve giren paranın yetmediğini, mahalleli kadınlarla akşam oturmasına gideceğini, yan mahalledeki kızın uzatmalı sevgisinin nişanı bozduğunu anlatmaya sürdürür karısı.

Eagleton'ın kitabındaki "hayatın anlamına dair” sözler canlanıyor zihnimde. Hayat bizim yüklediğimiz anlamlardan ibarettir, diyordu yazar. Dükkanı çevreleyen herkes kendi hayatına bir anlam yüklerken telefondaki sese öfkelenen takım elbiseli adama takılıyor gözüm. Israrla bürodaki işlerin bugün bitirilmesini söylüyor karşısındakine, Ödenmesi gereken 50 bin doların çekle yatırılmasını istiyor buyurgan bir sesle. Temizlik işçilerinden biri şaşkınlıkla bakıyor adama bu rakamı duyunca; benim de, bu adamların da cebinden pek de çıkması mümkün olmayan bu parayı çekle ödeyecek demek ki. Onu gözlerimle keşfetmeye çalışıyorum. Yolun kıyısına bıraktığı arabasından çıkıp köşedeki mütevazı dükkandan meyve suyu içmek istemiş. Meyve suyunu içerken telefonla kurduğu bağı sürdürüyor görev gereği. Şirketteki işler boş bırakılmaya gelmez, diyor içinden. Hele de bürodaki çalışanlara çok da güvendiğini düşünmüyor, işi kuran işin hep başında olmalı.

Konteynırın yanındaki işçi tazminatlarının hala yatmadığını söylediğinde, dükkan sahibi, "Sahi sizin sendikanız ne güne duruyor?" diye soruyor benzer bir didişme içinde. Diğeri söze karışıyor ardından:

"Ne b.muza yarar ki o sendika, taşeron olsak daha kötü olmazdı halimiz." diye ekliyor. Bu sözü söylerken bile aklının bir köşesinde çek olarak ödenecek 50 bin dolar var. Dolar kaç liraydı sahi. Geçen karısı mahalledekilerin döviz günü yapacaklarını söylediğinde elindeki 100 liranın ancak 10 dolar bile etmediğini söylemişti. Büyük para 50 bin dolar, diyor içinden. Takım elbiseli adam telefonda buyruklarına devam ederken, elindeki plastik bardağı boşalmış çöp kutusuna atıyor. Arabasına doğru yürümeye başlıyor. Uzaklaştığı andan itibaren üçü de adam üzerine konuşmaya başlayacaklar:

"Millette para var, adam bir sözle 50 bin dolar gönderiyor başkalarına. Biz doları liraya çevirmekle uğraşalım kafamızda. Sahi ne kadar eder 50 bin dolar?"

Saatime bakıyorum, otobüsün kalkmasına beş on dakika var, ağır bir kokuyla irkiliyorum o an. "Günaydın Ahmet abi" diyen ses, tiksindirici bir koku yayıyor vücudundan. Her sabah Kadıköy sokaklarında görmeye alıştığım evsizlerden biri. Biraz bekle, diyor Ahmet abisi ondan. Müşterileri kaçırması mümkün bu kokusuyla. "Portakal mı "diyor adamla eğlenerek. Başıyla onaylıyor saçı sakalı birbirine karışmış şişman adam. Temizlik işçilerinden benzi sararmış ve daha yaşlısı "Nerede uyudun bugün, şu bankamatikte mi? diye soruyor eliyle işaret ederek. Adam sadece onaylıyor başıyla. Çok söze gerek duymuyor, bir simitin yanında bir portakal suyu iyi gider. Dükkandan uzaklaşarak, kaldırımın en insansız köşesinde bardaktakileri keyifle içmeye başlıyor. Sokağın ıssızlığını ben, iki temizlik işçisi ve dükkandakiler bozuyor, bir de ekşimsi kokusuyla uzak olmayı utana sıkıla tercih ettiğim bu adam. Adamın gözlerini kapatan siyahlık, ellerinin kararmış ve yıpranmış hali günlerdir su yüzü görmediğinin belirtisi.

Anasının altıncı çocuğu olarak doğmuş Fikirtepe'nin bir gecekondusunda. Eve benzemeyen, çatısı akan, tek göz bir odada bunca çocuğa yer olmayınca çoktan az gelişmiş, pek de zeki olmayan çocuğun evdeki baba şiddetinden kaçmasına anası da üzülmemiş. Sokaklarda yaşamak ne derece zor olsa da onu seven bir iki esnafın verdiği yemek, içtiği bir bardak çay ve Ahmet abisinin verdiği bir bardak portakal suyu onu mutlu eder hale gelmiş. Arada polisin karakola götürdüğü, tokatladığı ama bir tas çorbayı da ondan esirgemediğini bilirmiş. Kimse konuşmasını beklemezmiş, başıyla onaylaması, isteğini anlatabileceği iki sözcük yeter hale gelmiş. Bankamatiklere de ilişmez olmuş polis, eski battaniye, karton ve arada yanına ilişen bir iki köpek "hayatındaki anlam" olmuş onun için. Bir iki sefer işgüzar polisler onu spor salonunda diğer evsizlerle birlikte pek de rahat olmayan yataklarda yatırmışlar, ekmek, çorbayla adamın karnı en azından doymuştu. Hepsinin aynı yerde duş alması onu çok da mutlu etmediyse Birkaç ay temiz dolaşmıştı, hatta üzerine sinen ağır çöp kokusundan arındığı için köşedeki lokantacı onu ilk masaya da oturtmuştu sabahın ilk saatlerinde.

Birkaç ay sonra yine aynı koku bir peydah olunca lokantanın dışında içerideki müşterilere bulaşmadan içer olmuştu çorbasını, ekmeği ona katık ederek. İçerideki müşterilerin iştahla yediklerini imrenerek izliyordu. Fena adam sayılmazdı lokantacı aslında. Dışarda eski, kırık bir tabureyi de verirdi oturması için, koca gövdesiyle görünmezleşip yerdi çoğu kez ona layık görüleni. Yorgundu, tüm sokaklarını dolaşmıştı Kadıköy'ün. Yasa Caddesi, Rıhtım Caddesi, Söğütlüçeşme Caddesi...Tüm cadde, sokak adlarını belleğine kazımıştı çoktan. Gece kuytu ve miskin olurdu sokak. Bahariye'den Barlar Caddesi'ne uzanan yolunda sokaklardaki gençlerin biralarını paylaştığı da olurdu. Hatta barda çalışan bir iki genç sigara da vermişti ona. Gece mesaisindeki lokantacı Murat abisi bir gece ısrarla yan sokaktaki hamama da götürmüş, temizletmişti onu tellaka. Hamamcı "Bu kir çıkmaz dedikçe." "Çıktığı kadar." diyordu tellağın ısrarcı uğraşını izlerken. Uysalca onun koca bedeninden akan kirli suyu izliyordu, lokantacı eskilerini de verirdi iki ayda bir. Yine de kir bulaştı mı çıkmazdı bedeninden, koku da gitmezdi bir türlü.

Artık otobüse binmeliyim. İlk derse yarım saat var. İki greyfurt suyu midemi ekşitir gibi olduysa da inatla bekledim dükkanın önünde. Sabahın ıssızlığında çevremdeki insanların zihinlerine ulaşma çabam beni kendimce huzurlu kıldı yine de. Sorularıma yanıt arama yolculuğu olmasa da öykülere bulaşan, ulaşan bir yanı var meyve sucudaki anlam arayışımın. Kendimden çıkarak başka hayatlara dokunmak mümkün, ekşi ter kokusundan pek de yanına yaklaşamadığım evsizin bir öyküsü olmalı. Ya da kafamda kurabileceğim, yaratabileceğim bir öykü doğmalı bu karşılaşmalardan. "Günaydın" diyerek seslenmeliydim konteynırdaki işçilere, meyve sucu Ahmet abi belki bir gün sonra daha uzun cümleler kuracak bana, kent kartımı uzatırken otobüs şoförünün uykulu yüzüne tanıklıkla "günaydın" diyorum. Şaşkınlıkla yanıtlıyor bana. Anlatacak bir öyküsü olmalı. Sahi hayatın anlamı neydi? Freddy Mercury'nin şarkısından sözler uyanıyor zihnimde. Gösteri devam etmeli, diyor Mercury, hayat devam etmeli.