3 dakika okundu
HUZURSUZ BACAK SENDROMU/Gonca BORÇA

Otobüs yolculuklarını severim ya da severdim mi demeliyim bilmiyorum, ta ki bu sendrom başıma gelene kadar. Cam kenarına yastığımı koyar koymaz, kıvrılıp uyurdum. Gözümü açtığımda gelmiş olurduk. Deliksiz uyku dedikleri şey işte, dünya yıkılsa sen duymazsın.

Bu defa da uyurum sandım, kardeşim Şule ile otobüse biner binmez koltukları arkaya yatırdık, yolda acıkma durumlarına karşı nevaleleri yukarı koyduk, boyun yastığımı ve kulaklığımı yanıma aldım.

-Abla bu defalık cam kenarına sen otur, ben dönüşte geçerim. Yalnız ayaklarını sallamazsın umarım, biraz sinir bozucu oluyor.

-Ay evet unutmuştum onu “Huzursuz Bacak Sendromu” diye bir şey varmış bende, umarım olmaz yine.

-O da neymiş ya, kızma ama bütün antin kuntin şeyler de seni buluyor. Daha evvel de “Karpal Tünel Sendromu” gibi bir şey vardı sende. Her şeye kafayı takma, keyfine bak. Huzur önemlidir Huzur. “El alêm ne derse desin, koy g.tüne gitsin.”

-Geç dalganı bakalım, Dalgacı Mahmut seni, huzurla filan ilgisi yok. Doktor, kan değerlerime bakacak, kansızlık filan olabilirmiş. Bu bacakları sallama olayı dolaşım bozukluğundan da olabiliyormuş.

-Bulalım sana bir yakışıklı, gençten birini abla. Hayır, tek başına geçmiyorsa uzun geceler, onun da çaresi var. İnternetten ver siparişi, uygun model ve ölçülerde pat kapında. Koca bul koca sen en iyisi…

-Ne alakası var şimdi bununla onun. Kocaman oğlum var benim. İşin gücün haşna fişne ya, hadi uyuyalım artık. Uygun ebat ölçüler de neymiş alla alla, bilmediğin şey yok valla.

O yaz, kardeşimle yirmi sene sonra ilk defa tatile çıkmıştık.

Otobüste gece yolculuğu başladı, Kemal zırt pırt arayıp, kardeşim Şule’ye sorular yağdırıyor. Televizyonun kumandası nerede? Sivrisinek kovucuyu nereye koydun? Oğlanın çorapları, kızın powerbank cihazı ıdısı vıdısı…

-Bana bak Kemal nereye koydumsa koydum ama gece vakti bir daha ararsan münasip bir yerine koyacağım, ananı avradını saydırtma bana.

Bir an hiç duymamayı tercih ederdim bu sözleri, umarım kimse duymamıştır, yoksa ben asla bu şekilde konuşamam, aynı annenin çocuğu olmamız bile şaşırtıcı.

Tam da cama yastığımı dayamış, kulaklığımı takıp uyku moduna geçecektim ki korktuğum başıma geldi, bacaklarım başladı huzursuzlanmaya, sızlanmaya, ağrımaya. Sallamak istiyorum ağrısı azalıyor o zaman.

Çantamda aspirin vardı, iyi gelir mi acep, Çanta da yukarıdaki bagaj bölümünde, kalkıp alayım şunu. Şule de uyanırsa uyansın ne yapayım. Cam kenarına oturan aklıma benim, keşke koridor tarafında otursaydım. Gecenin üçü oldu, bacaklarım zıp zıp zıplıyor.

Işıklar tamamen kapatıldı, arkamızda ağlayan bebek ne hikmetse sustu. Yavaşça elimi Şule‘ye değdirmeden yukarı uzattım, elimle çantama ulaşmaya çalışıyordum ki, sapından tuttuğumu düşündüm, çektim ve ne oldu sanırsınız. Çanta şangırtıyla yere düştü, içindekiler de yere döküldü. Gürültüye uyanan muavin yanımıza geldi, ışıklar yakıldı.

-Ay pardon rahatsız ettim, çantamı şuradan uzanıp alacakken yere düşüverdi. Olur, abla dedi muavin, ben yardım edivereyim toplarız şimdi.

Akılsız başın cezasını ayaklar çeker derler, kısmen doğru da. Tedbirsizliğin bedelini de bacaklar çekiyor. Al yanına ilacını, suyunu, geç koridor tarafına, di mi?

Neyse Şule ile yer değiştik, ışıklar kapandı. Ben aspirini buldum bulmasına da su lazım su. Arkaya muavine seslendim. Duymadı. Bir iki kez daha seslendim yok. Yukarıdaki çağır düğmesine bastım. Ne gelen var ne giden. Allah'tan koridora ben geçmiştim ki ayağa kalktım, uyuyan güruhun içerisinden geçerek, tüm sarsıntılara rağmen birinin üzerine düşmeden muavinin yanına vardım. Uyuyordu ama mecburdum. Hafifçe kolunu dürttüm. Muavin Bey, Muavin Bey, diye seslendim. Korkulu rüyanın ortasında, bıçağı boğazına dayamış celladını görür gibi uyandı.

-Ay hi!! Ne oldu abla dedi.

-Su isteyecektim dedim.

-Bir saat önce servis yapmıştık abla, sen almadın mı?

-Aldım da içmiştim onu, şimdi hap içmem gerek.

-Tamam, abla getireyim ben.

Bir bardak suyu aspirin ile içer içmez bir süre daha sallamak istesem de sallamadım bacaklarımı tuttum biraz, ta ki aspirin etkisini gösterene dek.

Otele girişimiz güzel oldu, aylardan ekim olmasına rağmen yaza doyamamışlar için harika bir sezondu. Hava limonata gibiydi. Kavurucu çöl sıcakları gitmiş, yerine tatlı tatlı esen meltemler kalmıştı. Otelin havuzunda sadece birkaç turist vardı. Yemyeşil ağaçlar ve püfür püfür esen rüzgâr ile dans eder gibiydiler. Yazın kalabalığı çekilmiş yerini sakinliğe, sessizliğe, yeşile bir de mavi sularda ağır ağır giden teknelere bırakmıştı. Balkondaki limanı gören manzara ve begonviller büyüledi beni. İçime çektim mis gibi havayı, manzaraya karşı birer Türk kahvesi içtik.

Harika bir gün geçirdik, deniz kum plaj mükemmeldi. Yemekler desen pek şahane, somonlu, enginarlı, avokadolu şahane bir salata yedim. Akşam başıma geleceklerden habersiz güzel bir günün sonunda kendimizi odaya attık ve uyku kardeşim ver elini…

Uyku elini verdi vermesine de kolunu kaptırdı bu huzursuz bacak sendromuna, yok yine başladı akşamın başından beri uyuyamadım. Bacaklarımı bir sağa bir sola hızlı hızlı salladım, azıcık diner gibi oldu. Sonra tekrar sızlamalar başladı. Aspirin de yoktu bu defa, bunun tam bir ilacı da yok sanırım piyasada. Ne yapsam, ne yapsam en iyisi kalkıp dolaşsam.

Başta balkonda biraz oturdum, manzarayı seyrettim; oturunca da geçmedi, yürümeye karar verdim, otelin içinde bir iki tur attım, en alt kata indim. Resepsiyondaki adam gördü beni.

-Buyurun bir şey mi aramıştınız? Ben yardımcı olayım. dedi.

-Biraz bacaklarım ağrıyor da yürüyünce geçiyor, o yüzden dolaşıyorum.

-Yardım edebileceğimiz bir şey var mı hanımefendi?

-Aspirin ya da bir ağrı kesici var mı? Aspirin olsa daha iyi ama. -Ben bir içeri gidip bakayım, içerdeki odada çekmecemde olacaktı bir kutu. Bu arada ben Latif, otel müdürüyüm. Umarım otelimizden memnun kalmışsınızdır.

-Çok beğendik otelinizi hiçbir sıkıntımız yok, her şey çok güzel. Sadece benim bacaklarımda bir ağrı oluyor, bu saatte rahatsızlık verdim size, saat bir olmuş.

-Buyurun aspirin de var ağrı kesici de hangisini isterseniz alın. Kutunun hepsini alın sonra da lazım olabilir.

-Ay teşekkür ederim zahmet oldu, gece gece.

-Ne zahmeti, normalde resepsiyonist oluyor ama bu gün ben kaldım, haftada bir ben bakıyorum.

Latif Bey ile havadan sudan derken iki saati bulmuş konuşmalarımız, konu konuyu açtı buralardaki ev kiralarından, gelen yabancılardan, turistlerin maceralarından, bizim burayı nasıl bulduğumuzdan tutun da çoluk çocuktan, ıvır zıvır her şey den konuştuk. Ama ben daha fazla oturamadım, sebep yine “huzursuz bacak sendromu”.

Bu sefer aspirin de işe yaramadı. Kalktım odaya geldim, ışığı yakmadan yatağa yattım ama ne mümkün uyumak. Saat gecenim üçü ve dışarı bakınca liman ışıl ışıl görünüyordu. Deniz de pırıl pırıl parlıyordu. Yürüyerek çıktım otelden, tam aşağı iniyorum ki genç bir polis memuru yanıma doğru geldiğini gördüm. Hayırdır hanımefendi bu saatte iyi misiniz? Ters bir durum mu var diye sordu babacan bir tavırla.

-Yok, bir durum sadece uyuyamadım, dolaşmak istedim.

-Abla bu saate sadece sarhoşlar olur dikkat et kendine, dedi

-Ederim sağ ol dedim.

Biraz limanı dolaştım, dönüşte polis çocuk, buyur abla bir çay iç deyince benim de canım sıcak bir çay istedi, sandalye getirdi, oturdum. Memleket nereden sorusuyla başladık konuşmaya, beni göz ucuyla süzdükten sonra biraz daha rahatladı. Hayırdır abla, sen niye bu saatte yürüyorsun, dedi. Başladım şu bacaklarımdaki rahatsızlıktan üstü kapalı anlatmaya; sallıyorum geceleri filan demedim tabii, sızlıyor dedim, romatizma gibi bir şey. Onun da annesinin dizleri çok ağrırmış filan. Çocuk ilk defa ailesinden ayrılmış, askerliğe gelmiş buraya ve benim oğlumdan da üç yaş büyükmüş meğer. Biraz gurbet muhabbeti, biraz memleket anıları derken epey oldu. Benim uykum iyice açıldı ve ben otele döneyim dedim.

-Geçmiş olsun abla, bir sıkıntın olursa ara beni dedi ben buralardayım.

-Sağ ol dedim, iyi nöbetler sana da, kendine iyi bak. Geldiğimde Şule deliksiz uyuyordu hâlâ, hiç uyanmadı bile. Biraz daha yatakta uyumayı denesem de uyuyamadım. Balkona tekrar çıktım, en azından güneşin doğuşu izlemeye değerdi. Geceden kalan çekirdek kabuklarını attım, bir poşet çay yaptım. Güneşin denizin arkasındaki dağın üzerinden doğuşunu izlemeye başladım. Bacaklarımdaki sızı hafiflese de uykum hiç yoktu. Sabah oluyordu. Bir gülme sesleri geliyordu aşağıdan. Masada oturan üç yabancı turistin yukarı bakıp bana el salladıklarını gördüm, baktım beni çağırıyorlardı. Tekrar baktım ısrarla gel gel yapıyorlardı. İkisi kadın biri erkek muhtemelen sarhoşlardı. Birkaç dakika düşündüm ama sonra en azından İngilizce konuşmuş olurum gideyim bari dedim.

Aşağı indiğimde hemen yanlarına çağırdılar, gittim oturdum. Kırk elli yaşlarında Finlandiyalı iki kadın yanlarında yarı Tarzanca yarı İngilizce konuşan barmen ile sohbet ediyorlar, bir yandan da viski içiyorlar. Bana da ikram ettiler ama sabah sabah hiç içemesem de ikramı geri çevirmemek için tuttum yanımda. Kısa saçlı olanı ellisine yakın, daha ince, ağırbaşlı, hafif hüzünlü bakışları var. Kırklı yaşlarındaki uzun saçlı kadın ise biraz daha çılgın, saçının bir tutamı pembe, hafif tombik ve kesinlikle daha neşeli.

Sürekli konuşuyorlar ve gülüyorlar.

Barmen dün gece yaşadığı bir olayı birazcık da kadınları güldürmek için abartarak anlatırken hep beraber gülerken buldum kendimi. O gülünesi İngilizcesiyle komiklik yapan bir şampi.

Finlandiya şu kışın geceleri çok uzun yazın da uzun gündüzleri olan soğuk iklimi olan yerdi değil mi derken konu konuyu açtı, onlar yazılımcı bense bankacı çok uzak değildik aslında.

Kısa saçlı olan kadın atıldı:

- Biraz viski alır mısın? Biliyor musun burada çok Finlandiyalı arkadaşlarımız oluyor ama oraya gidince bizi tanımıyorlar bile. Buranın güneşine bayılıyoruz, denize bile girmiyoruz biz; havuz başında güneşlenip eğlenip dönüyoruz. Dönüp barmene baktı; Rafet her sene bizi eğlendirir, havalimanından araç ayarlar biz hep bu otele geliriz.

Kadınlar ne kadar dostça bir anlatımla ifade etseler de Barmen Rafet pek dostça gelmedi bana. Bilmiyorum ama eğitimsiz olması bir kenara karakterini pek tutmadım. Kadınların yüzüne bir şey demese de Türkçe olarak arkalarından küfürlü konuşmasından rahatsız oldum.

Kısa saçlı ve daha yaşlı olan benimle sohbet etmeyi sevdi, pek çok ortak noktamız vardı. İki kızından bahsetti. Küçük kızı İranlı bir Müslüman ile evli dört çocuk annesiymiş. Sürekli evde çocuklarına ve kocasına hizmet edip eve kapalı bir hayat yaşıyormuş. Büyük kızının ise evli olmadığını sürekli partner değiştirdiğini, çılgın bir hippi hayatı yaşadığını anlattı. İki kızının da hayatını tasvip etmiyordu. İkisinin ortası olmalıydı ona göre. Bana gayet içten bakışlarla sordu. Sen Müslümansın belki benim kızımın neden Müslümanlığı seçtiğini bilebilirsin dedi. Ben de sabaha kadar hiç uyumamış, kim ve ne olduğumu unutmuş bir kafayla “Bilmiyorum.” dedim. Din ile ilgili olmasa gerek. Şimdiki aklım olsa, abladan derdim.

Konu konuyu açtı, Rafet ilginin kendisinin dışına çıktığını anlayınca biraz bozuldu.

-Senin İngilizcen ne iyiymiş ya, valla şaştım kaldım iyi mi? Bu kadınlar buraya her sene gelir, Resepsiyonist Hilmi var ya, sabah görürsün bu akşam gelmedi; o bunları düdüklemek istiyor da arabayla gezdireyim sizi filan deyip yolunu yapıyor. Bir yerde kıstırıp s…cekmiş. Şu pembe saçlıyı gözüne kesti gidene kadar eninde sonunda kıstıracak. Hahahah! Bunlar buraya neden geliyor ki zaten hehehe!

Rafet’in ulu orta küfürlü konuşması beni biraz gerdi. Konu siyasete gelince tam konuşuyorduk ki birden kadınlara düşman kesildi. Finlandiya NATO ülkesi, sizin ülkeden adam çıkmaz gibisinden saçmalamaya başladı. Kadın da NATO ülkesi değil demesine kalmadı, kadına ufaktan vurmaya saldırmaya başladı. Gözlerime inanamadım bu yaşıma kadar şiddeti hiç bu kadar yakın görmemiştim. Kadını barın arkasına çağırdı, sonra yüzüne vurmaya, tekmelemeye başladı. Meğer kameraların görmediği yere götürmüş.

Ben de korktum, turist kadınlar da korktular. Üç saat önce tanıştığım polis olan çocuk geldi aklıma Ertuğrul dedim, Polis Ertuğrul’du tanıyorum onu; şikâyet edeceğim seni dedim Rafet’e. Şimdi karakola gideceğim gör sen dedim.

Kadın gerek yok dedi, bir anlık sinirle. Hemen otelin müdürü aklıma geldi onunla da sohbet etmiştik, sabah çoktan olmuştu bile; odasına gittim sonrasında.

Latif Bey Günaydın, sizin barmen dedim, kadına şaka yolluymuş gibi şiddet uyguladı; koluna filan vurdu birkaç kez dedim. Hatta yüzüne de hafiften tokat attı.

Müdür, turist kadınla konuştu ama kadın inkâr etti. Çok korkmuştu, Rafet de inkâr etti, bana çok kötü baktı.

Turist kadın, biz arkadaşız şakalaşıyorduk dedi. Niye kadının inkâr ettiğini anlamadım, resmen dayak yedi bence. Suçu; siyasetten, politikadan, dinden konuşmak. Üstelik hakâret etmeden, yargılamadan, üstün körü bahsetmek. Onlar müdür ile konuşurlarken Finlandiya’nın NATO ülkesi olup olmadığına da Google’dan dan baktım, kadın haklı! Olaydan iki sene sonra Finlandiya da NATO’ya katıldı.

Hava iyice aydınlanmış, kahvaltı için açık büfe hazır haldeydi. Odaya çıktığımda kardeşim Şule hâlâ horul horul uyuyordu. Kahvaltıya kadar biraz kestireyim dedim, nasılsa on bire kadar zaman vardı. Bu arada, hayret bacaklarım hiç sızlamıyordu; gece bütün uykumu mahvetmiş, şimdi ise çekip gitmişti. Fırsat bu fırsat, bir saat uyku ne de güzel giderdi şimdi.

Yatağımda uzanmak pek tatlı gelmişti ama fazla uzun sürmedi, oğlum Umut aradı o sırada, bir şeyler sordu alel acele, o sırada Şule kalkmış çoktan, sonrasında kendimi kahvaltıda buldum. Yanımızdan akşamdan kalan Finlandiyalılar, karşı masada gece boyunca deli gibi sarhoş olup naralar atan genç grup, arka masada yetmişlik bir ama hâlâ aşk yaşayan, birbirlerine son derece nâzik davranan yaşlı çift ve tanımadığım birkaç kişi.

Finlandiyalı turist bana nasıl oldunuz, dedi, ne olduğunu bile unutmuştum aslında “İyiyim diye yanıtladım; bacaklarımda hiç ağrı yok, sadece şaşkınım.” Kardeşim ve bana bakınca o da biraz şaşırdı, kafasındaki Müslüman fotoğrafına hiç uymamıştık aslında. Asıl siz nasıl oldunuz, diyecektim ama kadın kaşlarını kaldırdı; iyi iyi diyerek geçiştirdi. Biraz sohbet ettikten sonra konu akşamdan hiç açılmadı. Kadın bize mutlu musunuz, diye soruyordu habire.

Bu tatilin de sonuna gelmiştik aslında, dönüşte otobüste her şeyi anlattım Şule’ye. Kendisi de bir gecede yaşanabilecek ciddi bir macera filmi çevirmişsin abla, dedi. Hatta bacaklarım ağrımasın diye şoförden izin alıp arabanın içinde birkaç tur atma şansım da oldu.

Merak etmeyin bu sendrom bir yıl sonra geçti, şimdi gayet iyiler. Geriye kalan yaşadığım ve tanık olduğum hayat hikâyeleri.