Ayağını terliklerine yarım yamalak geçirmiş. Ne başında örtüsü var ne de sırtında pardösü. Saçları kiremit renginde, bir belaya hazır gibi omuzlarına dökük. Hani ya kimse tutmasa, hani ya kimse yolmasa usulca ensesinden dağılacak. Sağ kolunun bileğini sıkı sıkıya sarmış. Kolu emanet sanki yanında. Birazdan birine verecek. Al bak, eti didildi sadece, az biraz da büküldü, işine yarar mı, al bak. Terliğinin şart şurt sesi onda tanıdık bir dost sesine benzemese belki o ayaklar çoktan gerisin geri döner, derisi kabarana, gözleri oyulana kadar ölesiye debelenmeye, ölesiye öfelenmeye razı kalırdı ama yok, yaşama şansı varsa dönmek yok. Şart şurrtt şartt şurrtt…şarrrttt… Hadi Nebahat. Yürü. Sarmayı sardıysan oldun demektir. Küçük parmağın kalınlığındaysa. Ölç ölç de öyle koy tavaya. Ortasına limon bıraktın mı? Üstünü tabakla kapadın mı? Hadi Nebahat. Bir taşım kaynasın da iyice yumuşasın. Rıza maydanoz toplamış bahçeden. Gül diye dik tepene. Sonra yol yol ye. Koluna baktı. Sargı açılmış, arasından zikzaklar çizer gibi kan sızıyor. Hay allah ya bu ne bu. Aka aka bitemedi. Dokuz canlısın dediydi. Eli g..üne giresice. Uyuyo ya şimdi horul horul. Nebahat eski Nebahat olsa tutulur, baygınlık geçirir, saatler sonra kendine gelirdi. Şimdi bu gece yarısı köpeklere teslim olma niyetinde hiç değil. Hızlanmalı.
Vallahi de billahi de bilgim yok hakimim. Telefonu yanındaydu. Evde bırakmamuş. Evet kapattum. İki gün sonra baktum açmıya gittim kapattırdum hattu. Hat da benim üzerime zağten. Bir de onun üstüne hatmı açtıracaktum. Kimbilir neler karıştırırdu. Hiç güvenmem. Sultan yok mu, hep o başına sardu bu telefon işini. Şikayetçiyim efendim. O aklına hep girdu hanımın. Biz mutluyduk, bak bir günden bir güne aç karna bırakmadum hiç birini. İki tane var, ikisi de küççük. Anne deye ağlıyolar. Napim hakimim sen söle. Elimden geleni yaptum. Kardaşlarını aradum. Aramam mı? Sultan’ı aradum önce. Pis haşüfte. Yok, dedi. valla billa haberim yok. Sen bilmezsen kim bilecek, dedum. Şerefim namusum üstüne yemin bak, hanıma bir fiske atmışlığım yok. Neler çektum günlerdir. Uşaklar perperişan. Ben artık bulunmasını istiyom. Bu işin çözülmesini istiyom. Ya vurmadım diyom, onlar komşu kadunlarun yalanu, çekemiyalar kenduleru herifleründen yiyolar kötekleri, ses çıkarmıyalar, bize bok atıyalar. E tabi bazen oluya karı koca arasunda, ama şiddet uygulamadum hakimim. Ne var bi tokat attuysak, o da mı olmasun? Hem kavga evluluğun tadu tuzudur böyle der atalarımuz. Canınu acuttuysak gönlünün almasını da biliriz. Geçen mesela, iki kilo et gottudumdu, pek sevundu, hemen pişürdu yeduk. Böyle bir adamım ben hakkımı yiyalar. Evinde dizini kır otur diyom daha napim hakimim sen söyle.
Dizlerinin bağı çözüldü de birden kaldırıma poposunu indiriverdi. İki bacağının ortasında yırtıklar oluşmuş. O yırtığa yavaşça kafasını geçiresi geldi. Böyle sıcak, böyle ıslak, pis… Sobanın etrafında keskin kestane kokusu. Minik kafası birden çıktı ulu orta. Ölmüş bu dediler. Nefesi yok, nah al da bak. Komşu kadınlar ebelikte tecrübeli malumunuz. Ilık suyu taşıdılar, paçavraları dizdiler. Ayaklarından asılı tutup poposuna poposuna vurdular. Ağladı Nebahat. Ağladı ki ne ağlamak. Yetimliğini bilir gibi, anasız kaldığını bilir gibi ağladı. Komşu kadınlar saatlerce susturamadı bebek Nebahat’ı. Anası o an gittiydi. Beti benzi sararmış bir ölü yorgunluğuyla. Komşu Haceranım sahip çıktı, besledi, büyüttü işte. Öpme neyin yok büyütmesinde, öyle cicimler, bıdıbıdılar… Zaten üçü kız, iki oğlu vardı kadının. <em>Bu boğazları doyuramadık neye getirdin elin piçini eve, diyen kocası türlü bahanelerle çekip gitmişti. Onun bunun yırtıklarını dikti de besledi evdeki boğazları Haceranım. Ama Nebahat’in dikilmeye sıra gelmemiş bir yırtığı kaldı, durup durup içine kaçtığı. Kafasını çıkardı o delikten hemencecik. Pis kokuya dayanamadı.
Siyah bir köpek yanaştı. Önce gölgesini sonra ışıldayan gözlerini gördü hayvanın. Sımsıkı sarıldı ona. Şişşt sen de mi kaçtın len? Bana bak dost olsana bağa. Hadi gel beraber gidek bizim koye. Orda neler var neler, biliyon mu? Muhtarın sarıkızı, ahırda. Süt verirmiş bir kere kafasını okşayınca. Memesini çekiştirmene bilem gerek yok. Köyün oğlanları ağzını dayar, lakır lakır içermiş. Köyün oğlanları güçlenirmiş. Köyün oğlanları avuçlarına aldıkları ç…kleri birer birer kesilir, ardından günlerce bayramlar edilir, lokmalar pişirilirmiş. Hem sen ne bilecen len? Sen hiç köy gördün mü hayatında? Köpek ağzını kocaman açtı. Sanırsınız ham yapıp yutacak, sivri dişleriyle bir güzel parçalayacak. Kalçasındaki morla kırmızı karışımı ısırıkları sağlık ocağındaki hemşireye çaktırmamak için kırk takla attığını anımsadı. Söyleseydim ya la. Napardı söyleseydim. İki öğüt verip postalardı. Sonra mahallenin çenesine düş işin yoksa. Dert anlat. Hangi biri yemiyor evde kötekleri sanki. Bakınca yok derler. Koca bu sever de döver de hemi len?
Eli yırtığına gitti usulca. Kendi kendine düşündü. O öyle düşünürken boşluktaki puslu karanlığı yırtan yırttıkça yusyuvarlak bir topa dönüşerek hızla yanı başına düşen ay benzeri bir küre göründü. Görünmekle kalmadı geldi durdu yanında Nebahat’ın. Ateş desen değil. Fener desen değil. Böyle pırıldak bir şey. Nebahat kafasını küreye çevirince yüzüne, gözüne berrak bir ışık yansıdı. Bir an hiçbir şey göremez oldu. Sonra bir yerlerden köpek uğultusu duyuldu, giderek başka köpekler de uğuldamaya başladılar. Onlar da köpek, aha bu da. Nasıl bir uğuldamaysa kulaklarını tıkadı. Duymamak ne mümkün. Korkuyla içli içli ağlamaya başladı. Göz yaşları küreden yansıya ışığın içinden avuçlarına, kristal parçaları gibi ufak ufak dökülüyordu. Haydi gel benimle. Hızlı adımla yürümeye koyuldu. O yürüdükçe köpek de peşinden geldi. Arka arkaya üç sokağı geçip caddeye ulaştığında ne köpek uğultuları duyuluyordu ne de ışıklı küre görünüyordu. Oh, dedi kendi kendine. Kurtuldum.
İyi günler. Ha- ha- kimim, efendim. Evet evet Sultan’ım ben. komşu oluruz biz. Aynı sokaktayız na aramızda birkaç ev var. Kafayı camdan çıkardın mı onların balkonu görünür. Gelir tabi. Ben de giderdim ama kocası görüşmeyelim diye sıkıştırırmış onu. Çam yarması. A be napcaz sanki biz görüşüyoz da. İki çift lafın belini kırarız. O yüzden bir bahane eder hep o gelirdi. Bazen çocukları okula gönderince, bazen akşam herife yemek verir vermez. Laflarız işte öyle çay neyin içeriz. Napacaz ya başka hakimim efendim. Birbirimizden başka kimimiz var? Yok, yok, başkalarıyla bir komşuluğu neyin yok. Bir tek bana gelip gider. Has kadındır ha. Bugün böyle iyi insanları bulmak zor. Yara bere mi? Valla ben ne bilirim? Başını baldırını hiç açmazdı ki yanımda. Yoksa görürdüm görmem mi hiç. Ama ben size bir şey diyeyim mi bir keresinde dedi ki bana midem öğürür adamı görünce, çürümüş et gibi pis kokar. Ne mi dedim? Dedim ki boş ver be ya kapa gözlerini, o iki debelenir üstünde işi bitince kalkar gider. Ben nerden bilecem hakimim büyüğüm aralarına sokulmadım ki hiç ne yaptığını bileyim.. Şaka derim kızmayın. Tamam sustum. Na bak. Kim? Ha kocası, Rıza olur adı. Yakışıklıdır esasında. Böyle boylu poslu. Laf aramızda azcık baksa yüzüme asla geri çevirmem. Ama işte enerjileri tutmamış bir kere bunların. Zevk neyin alamazlar. On kere dedim Nebahat’a. Az cilve yap, yüzünü boya, gül suyu dök gerdanına. Hatta dedim benim dantellilerden verim, hani anlarsınız ya ama anlatamadım, sümsük sümsük dolandı adamın etrafında. Peki ya derim size adam napsın? Evlat olsa sevilmez. Evet ben al dedim bir telefon. Arada internete girsin kafa neyin dağıtsın dedim. Abe ben ne bileyim ordan burdan birini bulup da kaçacağını. Ne? kaçmış mı? Ya tamam ben lafın gelişi derim hakimim yüce divanım. Gece yarısı evden kaçan kadın tek başına sürtmez ya sokaklarda. Bulmuştur muhakkak birini, o yüzden derim.
Sabahın yüzü olmalı, o yukarıdaki. Gökyüzü ikiye yarılmış kabuğundan, yarılmış da birden ışık saçılmış sanırsınız. Horozlar da başladı ötmeye. Nebahat bir bahçe duvarına çıkıp yüzünü güneşe verdi. Burnu buz parçasına dönüşmüş; elleri, ayakları kaskatı. Temiz havayı içine çektikçe rahatladı. Neden sonra tam karşısında bir kadının, sanki çöpün içine girer gibi asılarak kovadan bir şeyler boşalttığını gördü. Kadın sanki çöpü değil de sıskalaşmış bedeninin bütün parçalarını döküyor gibiydi, artıklarından küller saçılıyor, saçıldıkça etrafa dağılarak gri sis yumağı oluşturuyor, o yumaklar bir süre havada öylece asılı kalıyordu. Nebahat yorgunluktan olsa gerek gözlerinin acayip şeyler gördüğünü düşündü. Ağzını aça aça, sırtını gere gere şöyle bir silkelendi. Lan Rıza. Uyandın demi la. Oğlan kaç gündür patates kızartması istediydi kahvaltıya. Kız da gene ses etmez ver eline iki parça ekmek, yer kalkar amma oğlanla çok uğraşırsın. De bakim napcan şimdi? Yatakta da yokum. Öldüm len. Söv bana, söv. Osuruktan teyyare selam söyle o yâre. Kollarını karnının üzerinde sıkı sıkı sarıp öylece durdu. O öyle dururken çöp kovası taşıyan kadın başını kaldırıp Nebahat’a baktı. Kadının yüzünde Nebahat’in sureti göründü. Kız, dedi Nebahat merakla. <em>Bak hele yüzünde ayna neyin mi taşıyon sen? Duymadı ya da duymazdan geldi kadın Nebahat’ in dediklerini. Sonra içi çöp dolu kovayı boşaltamadan öylece geri taşıdı. Madem dökemeyecektin ne diye çıktın dışarı be hanım. Bütün bunlara bir anlam veremedi Nebahat. Daha önceleri kendisi de benzer şeyler yapmıştı, nedendir bilinmez elinde kovayla aval aval dolanıp evin yolunu tuttuğu olmuştu. Ama hep de olmaz ki, pislikle yaşanmaz ki. Gene de kınamadı kadını. Onun da elbet bir bildiği vardır.
Nebahat, 29 efendum. Ben deniz 30. Akran sayılıruz. Gorücü usulü amma zamanla sevduk birbirimizi. İki köy arası mesafedeyduk zaten. Nebahat’in parmaklaru incecuk, iğne oyalaru örer, asıl o kendini bildi bilelu kilim dokumak ister. Çok para var onda. Köydeki kadınlar vaktiyle önce turistlere sonra da yolunu bulup yurt dışına bile sattılardu. Amma velakin çoğunun ayağı çamurlu naylon terlik içinde, ister inan ister inanma, benim hanım bir günden bir güne… tamam efendum şişirmeyim kafanuzu. Şimdi ben hanımı yabancıların elinde çalıştırmadum. Bir isteğini iki etmedum. Sıcacuk ev, otur dedum. Valla bak bir fiske atmışlığum yok siz beni ne sanıyorsunuz hani o televizyonda gördüğünüz gaddar adamlara benzer halim mi var benim. Kim, anlamadum efendim? Ha tamam o Kamil ağbi. Babalığı olur. Kimin olacak benim hanımun. Anası öldü doğru amma onunla hiç alakası bilem yok, bunların işi karışuk efendim, Hayriye’ye sahiplik eden kadının kocası olur bu Kamil denen herüf. Has adam, bir kötülüğünü görmedim. Geldi tabi, bizde adettir misafire kapı açılur, allah ne verdüyse yedirilir, içirilur. Onun da dedezadeleri bizim oralu Dadaylu. Sıfatını gör bak aynı sizin gibi aydınluk. Niye durmadan sinirleniyonuz hakimim yalan yanluş bir şey anlatmıyom ben. Karımı istiyom tek temennim bu. Şimdi siz niçin Kamil’i soruyonuz bana. Ben hanımım kayıp diyom, korkudan aklum gitti zağten, Kamil’den bize ne kü? Tamam efendim kızmayın, ne soruyorsanız cevaplarım. Ara sıra gelirdü, Nebahat benim kızım sen de bağa damat oldun derdi. Bunda ne kötülük olsun kü? O aralar isşüzdüm. Para verürürüm sağa, dedi. Gel beraber çaluşak, uşakların perişan olmasun, dedi. Napim efendum, ekmek parası takıldım adama, Kamil ağbiye tabü. Şimdi akşamlaru tanru misafüru olarak geldu diye kapımı açmayaymıydum, yeduk içtuk beraber. Bir de ellilik getirirdi ayuptur demesi, bak valla has adamdır sizden iyi olmasın. Kötü adamları eve almam ki ben. Yok Yok Nebahat’in karşı çıkmasından ne olacak. Evin hanumu. Hizmeti kusursuz olmalı bir hanumun. Yoksa karşılığınu bulur. Hiç acumam valla. Ne acıyacam para getiren ben, koruyan kollayan ben. Az işe yarasun, biraz bişeyler kazansun. Nasıl mu? Nasul olsun, beni dinluyarak.
Öğle saati. Hamur işlerinin kokusu Nebahat’ın etrafını sardı. Açlık hali, soğuk hali, kaçma hali bile olsa poğaçayı neyin çok sever, huyu kurusun. Kızı geldi aklına. Sobanın üstünde gözleme pişirirken sabırsızlanıp yanına yaklaşır, her defasında bir yerini yakardı yavrucak. Bıçağın ucuyla tereyağını sürüp yedirirdi minik boğaza. Aç kalmasa bari, kalmaz canım, ne yapar eder doyurur karnını. Asıl mesele oğlan. Babasının damarında o da. Yesinler birbirini. Pencerelerden biri sonuna kadar açılınca o hamur kokusu daha da belirginleşti, derken açlıktan bir tünel belirdi sanki. Sonra koca bir fare, sanırsınız lağım faresi, o tüneli kazıya kazıya hedefe ilerleyip o güzelim yiyecekleri bir çırpıda kaptı. Keskin koku, kahverengi bir maddeye bürünerek burnunun ucunu iyice kemirdi de kemirdi. Karnını sıvazlayıp bir ısırık alırcasına yumdu gözlerini. Bir, iki, üç… on, on bir…. Bin dokuz yüz doksan dört! Kızgın bir tavanın içinde kıvranırken, yanık bir tavanın etrafında bütün uzuvlarını tek tek çıkardı. Kafasında pat diye bitti sonra, kızarmış hamur parçaları gibi beş parmak: K.A.M.İ.L. Her harfin sesini işitti sonra. Söylenmemiş sözcükler anı diye böğrüne oturdu. Beş harf durmadan, durmadan konuştu. Neden sonra başını iki elinin arasına alıp yere çömeldi Nebahat. Aydınlık bütün bedeninin gerçekliğini ortaya çıkarıyor, sakladığı, biriktirdiği, tükettiği ne varsa önüne seriyordu. Sıkıldı bundan, sıkılınca bir evin bahçesine gizlice girip iplere asılı çamaşırları topladı el çabukluğuyla. Topladıkça çamaşırlar çoğalıyor, topladıkça koynunda koca bir dağ haline geliyor, dağın tepesine tırmanıp bir tane daha, bir tane daha çekiyordu. Yorulunca soluklandı. Topladıklarının hepsi sanki kendi çamaşırıydı, kendi kokuyordu. Utandı, elindekileri fırlattı yere. Sıkıldım, dedi. Sıkıldım bu kollardan, bacaklardan. Tek tek çıkardı bedeninde ne varsa. Ellerini çekti, astı ipe. Omuzlarını çekti, astı. Ağzını, gözünü… İpin üstünde sıra sıra kendinde artık olmayan her şey vardı. Bir rahatladı, bir rahatladı ki neredeyse kuş olup uçacaktı.
Efendiimm,evet efendim, Haceranım derler bana. Bitişik efendim. Anam koymuş böyle, napim? Benim efendim. Kızım sayılır. Doğurmadım emmee yedirdim, içirdim, uyuttum, büyüttüm. Bu zamanda kim kime yapar bunu. Vallaha haberim yoktur efendimm. Son zamanlarda hiç gelip gitmedi, hoş ben de aramadım. Yo, hiç husumet neyin yok aramızda. Niye olsun, o da benim evladım sayılır, ben büyüttüm, isteyeni olunca da verdim gitti,, evi ocağı olsun, çoluk çocuğa karışsın. Tanımam efendimm, hiç tanımam, adı Rıza’ymış. Çok vururmuş diye duydum bizimkine, aman hepsi vurur, nolcak. Geri dönmedi, yok efendimm, dönse de eve almazdım zati, kendi çocuklarım da evlendiler, yo yalnız kalırmı yım, benimki pişman olup geleli çok oldu. Üstelik ateşle barut bunlar nasıl tutayım yan yana. Yok efendim birşeyi ima etmedim, düşündüğünüz gibi değil. İyi heriftir benimkisi. Adı üstünde Ka mill… ha ha ha ilahi hakimim. Kılları beyazladı onun, kendine bile hayrı yok, kimseye bi şey yapmaz artık, eskiden olsaydı bir şey demezdim ama yok başka işlerde gözü yok. İşinde gücünde şükür, artık para da getirir oldu eve bundan iyisi şamda kayısı. Gitmez efendim gitmez bir yere. Akşamları geç gelir tabiki para kazanmak kolay mı, e içer o kadar da olsun, bazen evde bazen dışarda. Sormam ama nerde içtin diye, bilirsiniz erkekler çok soru soran kadınlardan çabuk sıkılır. Pardon siz de evli misiniz, Niye kızıyonuz efendim evliyseniz halden anlarsınız diye şeetttimdii. Bilgim yok efendim, valla billa, çocuklarımın kellesi üstüne. Benim bey akıllı adamdır. Nebahat ile ne işi olsun, illa takılacaksa daha iyisini bulur, o beslemeye mi göz dikecek? Gidin onun kocasına sorun, niye sahip çıkmamış hanımına. Yanlışınız var efendimm, benim ki suçsuz. Ne yaptıysa kocası yaptı, yani yapmıştır. Hatta belki Nebahat kışkırtmıştır. Hak etmiştir yani. Benimki masum diyorum size.
Nebahat yürüye yürüye evden iyice uzaklaştı. Sanki üç beş ülkeyi havadan geçmiş topuklayıp. Yürüdükçe adımlarının düzeldiğini hatta ayaklarının zarifliğini fark etti. Kendinin değil de sanki ödünçmüşçesine mahcup mahcup baktı çoraplarına. Sultan vermişti. Ben de fazla, al, sen giy,demişti. Daha başkalarını da vermişti. Ten rengi içliğini, saten pijamasını, parfümünü. Bende fazla, demişti, neyi bolsa cömertçe vermişti. Rıza'nın gömleğini getirsene, demişti Sultan bir keresinde. Yıkamadan ama, kaptığın gibi gizlice getir. Nebahat, Erkek gömleğini mi giyeceksin kız diye şaşırıp sormuştu. Hem bu sana olmaz ki, büyük gelir. Sonra poşete tıktığı gömleği Sultan’a vermişti. Her şeyini verir gibi vermişti. Neden sonra o çorapları çıkarıp yere fırlattı Nebahat. Ayakları da üşümüyordu zaten. Kocasının defalarca Sultan’ın evine girip çıktığını hissediyor ama bunu ikisine de soramıyordu. O çorapları çıkarınca daha da emin oldu nedense. Amma çektin be kız, bırak şu herifi, derdi Sultan Nebahat’in yüzündeki morukları görünce. Derdi ama nefretle demezdi sanki. Gözleri suda yüzen inci taneleri gibi ışıldardı Rıza’yı görünce çünkü. Bırak be bunu, gençsin daha başkalarına bak azcık ,derdi, adamın donuyla gömleğiyle idare etmeyeceğini bilerek.
Canım ha-ha-hakimim, kara benlim. Zorla almadım ya eve, ağzının suları aka aka gelirdi, abe kıramazdım bir günden bir güne. Nebahat’i uyutur da gelirdi. İyi adamdır, sıcak nefesini hohlardı yüzüme. İçim erirdi şerefsizim. Arada harçlık verirdi. Hamdolsun. Evet her gelişinde verirdi. Kim, ha Kamil mi? O da gelir doğru, yalan söylemeyi hiç sevmem. Oldum olası komşu ilişkilerine çok önem veririm. Azcık sohbet ederiz, televizyon neyin izleriz, öyle havadan sudan be, valla başka bir şey yok.. Rıza da çok tutar Kamil’i. Nebahat eve sokmam dermiş onun için, sümsük!, tamam tamam bir şey demedim yeminle sayın hakimim, o gelince yatak odasına kaçıp kapıyı kitlermiş. Ne var sanki öcü müdür de kaçar adamdan. İnsandan kaçılır mı şanlı mekteplim, güzel hakimim. Ne vardı sofra kursa şöyle bir, tatlı tatlı konuşsa, omuzlarını kırsa, azcık konuşşsa. Babalığı sayılır üstelik. Hem kocası da kıskanmaz, her koca böyle hoş görülü olsa, nerde.. Hatırlarım hatırlarım tabi, o akşam iki herif omuz omuza bana geldi. Azcık fazla kaçırmışlar içkiyi. Ama baktım ki sıfatlarına ne göreyim. Böyle ekşi, böyle bok gibidir. Geçin şöyle azcık oturun dedim görünce, ne diyim? Köpüklü kahve pişirdim hemencecik. Köpüklü de oldu allahıma. Kamil pek sevmez köpüğü. İçine mi tükürdün lan der. Rıza umursamaz ama löp diye içer. Aman be tamam canım, durmadan kızarsın sende. Bir kerem bile saygısızlık ettim mi hadi söyle, şurada güzel güzel konuşurum. Tamam hanımım, güldanem, sakin sakin anlaşalım. Kamil’in elinde gördüm onu. Baktım bir tutam. Bu ne bu dedim, koyun mu yoldun. He koyun yoldum şimdi seni yolcam diye tersledi. Böyle kahveyle sarı karışımıydı, böyle parlak parlak, taze taze, yeni çekilmiş gibiydi. Yok efendim, canım benim, dalga geçer miyim hiç. Taze derken yeni yolunmuş birinin kafasından, öyle demek isterim. Tövbe konuşmayacam, ikide bir azar, na bak sustum.
Nebahat geniş, ferah bir caddeye çıktı. Arabalar var ama ses yok, insanlar var ama ona bakmıyor, hava soğuk ama teni ürpermiyordu. Başını öne eğip saçlarını silkeledi, silkeleyince tepesinde kabak gibi bir açıklık belirdi. O açık yeri şefkatle öfeledi. Olsun dedi, saç benim yeniden çıkar. Kazağını çekiştirdi, omzunu düzeltti. Ağzından çıkan sıcak nefes yükseldikçe köyünde dinlediği türkünün ezgilerine dönüştü, dönüştükçe bütün caddede yankılandı. Bir türkü şenliğine büründü korna sesleri. Nebahat kendinden emin, arada sekerek arabaların arasından geçti. Yürüdü, parkları geçti, iş yerlerini, okul önlerini… Geçtiği hiçbir şey kalmadığında döndü, arkasına baktı, her şeyin arkasına, evlerin, ocaklarına, sokakların… Haceranım'ın süpürgesini buldu neden sonra. Tuttuğu gibi etrafını süpürdü, sonra iki bacağının arasına alıp bir miktar havalandı ya da öyle sandı. Ne ayakları yere basıyor, ne de uçuyordu.
Şimdi ne sorarsanız sorun huzurlarınızda doğruları söylemeyi bir borç bilirim. Benim kitabımda yalan neyin yok. Namus, haysiyet ve şerefim her şeyin önünde gelir. Adımın anlamından da anlaşılacağı üzere adam gibi adamım. Bu güne bugün hiç yanlışım olmadı. Anlatacağım hakime hanım. Şimdi oraya geliyordum. Benim hanım bir kızı evlat edindi. Bana sormadı. Allahın verdiği candır sonuçta. Yedirdim, içirdim, bir baba ne yaparsa onu yaptım. El sürmek mi? Efendim biraz sevdim parmağımın ucuyla. Çocuktur dedim, evlattır, ne var ki bunda? Soğuktu zaten, dokundurmazdı, duydum ki evlenince kocaya da aynını yapmış. Hangi erkek idare eder sayın yetkilimiz, kim yanına yaklaşır? Gittim doğru ama onun için gittimse iki gözüm kör olsun. Kocası Rıza çağırdıkça gittim. Adam yedirdi, içirdi. Yok mu deseydim? Siz beni sorgulayacağınıza kocasını bile beğenmeyip daha iyisini isteyen o kadının iffetini sorgulayın. Kimseye iftira attığım falan yok, tamam sustum.
Bahçe içinde üç katlı bir bina gördü. Güller, nergisler açmış saksılar pencerelerin önünde sırayla dizilmiş. Kapıya yanaştı, durdu. Yavaşça içeri birkaç adım attı, arkasına baktı. Ortalıkta dolanırken izleri birbirine geçen insanları farketti. Bir şerit halinde, dümdüz. Sonra binanın çatısını gördü. Mor tuğlalar döşenmiş.
A be masal ev midir kız bu? Gacılar basmış.
Bunca kadun ne iş yapıyalar burada? Hem de kocalarından habersüzz.
Aman efendim,işleri güçleri yok bunların, otursunlar oturdukları yerde.
Üç kadın yan yana geldiyse bu işin içinde iş vardır şerrefsizim.
Kolundaki sargıyı bahçe demirine astığında bir gülme aldı en ayıbından. Bir güldü bir güldü ki omuzları titredi.