1 dakika okundu
Nostalji ve Yolculuk/Ümit Ahmet DUMAN


Dostum, yıllardır yüzünü görmediğim komşularımı tekrar ziyaret etmemi; belki de son defa bir masa etrafında eskileri yâd ederek muhabbetle yürümeyi sen önerdin. Seni severim, bilirsin, bir dediğini iki etmem ve etmedim de. Gittim, mahallemde hala yarım yamalak da kalsa, sağından solundan kırpıp dazlak kafalara dönmüş kahveler önünde durdum ve çocukluğumun kahvesini, içinde servis yapan kardeşimizin çayımızı, sarı gazozumuzu ikram ettiği kahvesini aradı gözlerim ama yoktu.

Biraz sağa baktım, bakkal amcamızın izlerini yakalarım; bir noktacık da olsa hayallerine rastlarım dediğim o bisküvi kokan bakkal yerinde yok. Sen bana hüzünleri hediye etmek için mi gönderdin memlekete? Hiç mi düşünmedin düşeceğim travmaya? Neyse, gar büfemiz yerinde ve yine kahve bahçesinde bir iki masa dolu. Boşlardan birine külçe gibi bırakıyorum bu umutsuz bedenimi. Birkaç dakikalık soluklanma sonunda şöyle bir çevreme baktığımda bana tepeden bakan çınar dışında servis yapan garson, sağdan soldan geçen yerliler, üzerinde oturduğum merdivenler, taşlar, her şey hemen hemen her şey bana yabancı. Çayımı içiyorum, bana yukarıdan göz kırparmış gibi gelen ya da beynimde öyle olmasını istediğim postane binası önüne geliyorum. İçeride çocukluğumuzun postacısı amcanın olmadığını keşke söyleyiverseydin be dostum. O kadar soğuk, o kadar yabancıydı ki her şey donakaldım. Kime geldim, niye geldim, ne garezin vardı bana? Mutlaka bir mutluluk emaresi dokunur bedenime, tanıdık birkaç yüze rastlarım diye içerlere doğru yürüyorum.

Yürüyorum, kepenkleri hiç olmamış, kapanmaya da tenezzül edilmeyen, içinde in cin top oynayan sessiz dükkanların önünden mahallenin ikinci bakkal dükkanına doğru. Yıllar önce geldiğimi duymuş, kızlarının getirdiği böreği anımsıyorum da bir sürpriz bekliyorum ama nafile, yalnızlığıma dolu dolu sarılıyorum.

Biraz daha geçtiğimde puslu alaca bir gölgeye sığınmış banka rastlıyorum. Konuşmaya insan bulamayan meczuplar gibi bankta sizleri, bulmayı umut edip de bulamadıklarını soruyorum tek tek. O konuşmuyor nedense ama ben onun yerine bildiğim kadarıyla yanıtlıyorum kendi meczup sorularımı. Yağmur başlamış, onu ıslak toprak yolda ayağıma, ayakkabılarıma ve hatta paçalarıma bulaşan yağlı, inatçı çamuru hissetmemle anlıyorum.

Ruhumdaki sana, geçmişe, tüm sevdiklerimin yokluğuna olan isyanı bastırmanın tek yolunun sıçan gibi ıslanmaktan geçtiğini düşünerek yürüyorum. Hasta olursam, iki elim yakandadır, bilesin.

fark etmedikleri gibi. Acı bir bıçak saplanıyor sağda mı solda mı olduğunu bir an unuttuğum kalbime. Men ediyorum kendimi istasyonun bir ferdi olmaktan, seni de tanımamaya yemin ediyorum. Seni, sizi, hepinizi siliyorum kafamdan, oh be rahatladım dünya varmış. Dur dur, o kadar da değil, tamam gelmişime geçmişime derin bir silgi çekiyorum. Yokum artık, anlıyor musun? Senin bende yok olduğun kadar.

Biraz daha ilerliyorum, yönüm cami. Sağda, kapısı açık, rüzgardan içeri dışarı sallanan kapısından içeride kimsenin olmadığı, bir zamanlar bizleri koruyan kollayan kahveci abinin kahvesi olduğunu hatırladığım binaya giriyorum. Masalarda aylarca önceden bırakıldığı belli yarıya kadar dolu çay bardakları, siyaha çalmış renkleriyle, biraz ileride üzerinde birkaç kağıt parçası dalgalanan bizlerin okey oynadığı, yeşili kahveye dönmüş örtüsüyle tek tanıdığım masa. Üzerinde dağınık bana bir şeyler hatırlatan birkaç kitap, sararmış kağıtlarda kimi el yazısıyla yazılmış, kimi daktiloyla yarım kalmış şiirler. Mürekkep hokkası devrilmiş, masa üzerini gelişigüzel bir çivit mavisine bezemiş, ucu açılmayı bekleyen az kullanılmış bir kurşun kalem. Bir süre geçiyor, sessizliğin sesi soluğumun gürültüsüyle tüm tasvir ettiğim nesnelere dokunuyor, hissetmeye en çok da yüzleri, anıları, yaşanmışlıkları hatırlamaya zorluyorum zihnimi ama nafile, bir geliyor bir gidiyor filmin kareleri gözlerimin önünden.

Kahveci abinin masanın ortasına diktiği üç mumlu şamdanı keyifle yakıyorum. Ortalığa bir sürü şey saçılıyor, özür dilerim ama sizlerle paylaşmayacağım. Ben diyorum kendi kendime, ben buralara yabancıyım. Dostum, ne olur bir daha gönderme buralara beni, benimle oynama çocukla oynar gibi.

Yoksa, yoksa acemi miyim ben? Ne aramasını bilmenin, ne bulmasını, ne de bulduğunu değerlendirebilmenin, bulduğunun ne olduğunu anlayabilmenin. Yaşamaktan, yaşanmışlıklardan, duygulardan, yaşamdan haberim mi yok yoksa? Tut elimi, yardım et dostum, kendimden korkuyorum, ben böyle değildim ne oldu bana? Yaşama sanatı diye ince bir ayrıntı varsa, elinden geleni ardına koyma, öğret bana. Güneş batıyor, caminin yüksek camlarında şavkıyor akşam ziyaları, hafif de bir rüzgar başladı, Ergene ovasından esiyor, üşüyorum. Cami içine atıyorum kendimi, gidecek kalacak yerim yok, bu akşam kendimi caminin gülsuyu kokan salonunda misafir ediyorum. Yarın sabah namazını müteakip kaçmazsam buralardan namerdim.