Biliyorum, bugün olmazsa yarın, daha uzun sürmez, emin ol, çok kısa sürede gelecek… Hem de hiç beklemeden. Zile dokunmadan, kapıyı çalmadan, imâ etmeden, sezdirmeden. Bir mektup, bir düş, bir telefon sesiyle değil. Senin gözlerinle gelecek.
Belki bir otel odasında, bir orman yolunda, bir köprü altında, tozlu bir merdiven boşluğunda, keyifsiz bir kentin arka sokaklarında veya bir tren garında. Kimseye aldırmadan… Boyun eğmeden… Derin bir sessizlik içinde…
Adım seslerini yalnızca ben duyacağım. Sinsice bir köşeye dikilip, ortalığı velveleye vermeden bekleyecek. Para için yalvaran dilencinin sesini, koronavirüse yakalanan çocuğun çığlığını, yıkıntılar altında yol arayan küçük kızın haykırışını, duymayacak. Yüzünü rüzgâra vermiş badem ağacını tanımayacak, kara çamın kokusunu da. Başka bir ülkenin sokağında, başka bir dilin gölgesinde, köyleri harabeye çeviren bombalarla, televizyonda uluyan diktatörün sesiyle değil, ölüm, senin gözlerinle gelecek.
Hayata yenilmek, senin her gün biraz daha kararan kalbinden daha uzaklara götürmeyecek beni. Ne aşk, ne şiir, ne öykü, ne müzik, ne resim, kalbime tıka basa doldurduğun hayal kırıklığını silemedi. İçimde sakladığım sayısız küçük ayna, çocukken yitirdiğim ışığın izini bulmama yardımcı olmadı. Fırtınaya yakalanmış kuş misâli, uçamıyorum, uçamıyorum bağışlayın beni diyerek dile getirdiğim çaresizliğim de yetmedi.
Edebiyatı meslek edinenler gibi sürekli yalan söylüyordun. Onlar nasıl ki gelişimi, dönüşümü, hayâlleri, reddediyorsa sen de gerçekleri reddediyordun. Bunu çok geç anladım. Anladığım zaman da düş kırıklığının tuzağına düştüm. Güven duymayı bu kadar çok önemsemeseydim, daha az üzülecek, bir rüyâ gibi çabucak solmayacaktım.
Sana inanmam ve bu duyguyu beslemem için sürekli yalana başvurdun. Şimdi sorsam, bunu iyiniyetle yaptığını söyleyeceksin. Böylesine kötü bir niyetin özrü, iyi niyetle açıklanabilir mi?.. Seni o kadar yakından tanıyorum ki hakkındaki fikirlerim sürekli değişiyor. Bu durum, anne-evlat bağımızdan olsa gerek.
Yüzeysel tanıdıklarımızın hakkında bir seferde karar verir ve genelleştiririz. Oysa, çok yakınlarımızın sürekli değişen yüzleriyle karşılaşırız. Onlar, aslında en acımasız düşmanlarımızdır. Bu gizli düşmanlık, hayatımızın sonuna kadar bizi eğitmeye devam eder. Ta ki kendi çölümüzün yangınında pişinceye değin.
Acımasızca sözcüklere döktüğüm ve biliçaltımı deşerek çıkardığım duygular zalimce gelse de deney yapan bir bilim insanın öngörüsüyle tez, anti-tez ve sentez diyerek, sonuca varabiliyorum. Biliyorum… Öylesine çaresizlikle biliyorum ki… Beni hiç sevmedin. Sever gibi bile yapmadın.
Gözlerindeki öfke, karmakarışık yüz çizgilerinin kılavuzu olmuştu. Ne kadar saklamaya çalışsan da sana her baktığımda, kalbime iğne gibi batan öfkeli bakışın, hiç dinmeyen nefretinin bilinçaltımı teslim alan ve iyileşme ihtimali olmayan yarasıydı.
Daima bana ait olacağını bildiğim, bütün sırlara sırtımı dönsem de olmuyor. Tuzağa düşüp yakalanıyorum. Zalimlikte ustalaşmış avcının menzilinden kurtulamıyorum. Sevgi yerine nefretle ördüğü duvarı yıkmaya çabalasam da taşa dönüşmüş olduğunun ayırdına umutsuzca varıyorum. Taşlar, çekici hissetmiyor her şey benim kalbime yıkılıyor.
Çöle dönüşen kişisel tarihimde, içine kilitlendiğim öfkenin ve buram buram sevgisizlik kokan nefretinin peşinden koştum. İnanç sahibi insanlar nasıl ki tanrılarının varlığıyla yetinmeyip bir de tek olmasına gereksinim duyar ve bunu doğrulamak için kitaplara başvurursa, ben de uzun sürede beni seveceğine inandığım için hayal gücüme sığındım. Ruhumdaki merak dinmediğinden, sonuna kadar gittim ve hayâl gücümün büyüleyici yıkımına boyun eğmek zorunda kaldım.
Tahammül edilmesi olanaksız ve hiçbir hekimin dindiremediği acının dehlizlerinden çıkış ararken, deliliğin burgacına girdiğimin farkına varamadım; hep umudu aradım. Sonunda öğrendim ki umut da bir hastalıkmış.
Şimdi; her köşe başı, her çıkmaz sokak, her karanlık gün, her dağın eteği, her denizin kumu, her ağacın yaprağı, her yolun sonu, senin gözlerinle dolu.
Uçsuz bucaksız öfkenin karanlığında yalpalaya yalpalaya yol alıyorum. Yol aldıkça dokunduğum her canlıyı, mıknatıs gibi kendi çölüme çekiyorum.
Göğün ortasındaki bu çöle, senin gözlerinle geldim, senin gözlerinle veda edeceğim.