Bugün de eski fotoğraflar sergisini geziyordu. Burnuna eski tanıdık bir koku çalınır gibiydi. Mazot kokusu. Okul yıllarını, bit ve tahtakurusundan arınmak için sınıflara zift sürüldüğü, beyaz çorapların dayatıldığı, siyah önlüklü günler. Çocukken ilgi ve dikkat çekmek için dişlerini kanatıp kan tükürdüğünü söylediği günler. Ayakkabı vermek için sınıfta bir tek onu çağırdıkları, diğer çocukların kıkırdadığı günler. Yok bir acılık duymuyordu artık. Sırada otururlarken, gelen pis koku için suçlandığı, pasaklı günler. Çapaklı gözlerin, sarı dişlerin, osuruk kokularının, her yaptığı iş için, bok gibi olmuş dendiği günler. Tüm akranlarının tiksintiyle baktığı fakir çocuk. Dökülen çöp sepeti için, suçsuz yere dayak yediği gün mesela. Okul aile birliğinde fakirliği mimlenmiş, bayramlarda giysi verilen...
Beni hep annem yıkar, topuklarıma kadar uzayan saçlarımı tek başıma arıtamam, öremem. O gün, leğeni tandır başına kurdu, bakır güğümdeki su sıcacık. Kullanmaya kıyamadığı, gül kokulu sabunla uzun uzun yuğdu saçlarımı. Köpürttü duruladı, tekrar köpürttü. Ağlıyor mu ne? Gözlerim yanıyor, açıp bakamıyorum. Dere kenarından toplarız killi çamuru, saçları parlatır yumuşatır. Tasın içinde sulandırdı kili, duruladı, duruladı. Dolanan saçlarımı sabırla taradı. Bu sefer saçlarımı tararken, kemik tarağı kızgın bir azarla kafama kafama indirmiyor. Hiç olmamış oyuncak bebeği ile oynar gibi oynuyor saçlarımla. Ağıt yakıyor. “Bebexti keça min…” Niye bahtsız kızım diyor ki anam bana?
Sağ şakağımın üzerine bastırdı silahın ucunu. Ne derler oraya bilmiyorum, namlunun ucu mu? Bu kadar yakınıma kadar elinde bir silahla geldiyse, tanıdığım hatta sevdiğim ve güvendiğim biri olmalı. Sonra bir şeyler söylemiş olmalı, hem de uzunca süren bir şeyler. Hatırlamıyorum. Tetiği çekti. Kurşun sağ şakağımdaki kemiği, belki de kemikleri delip, beynimin içinde hızla yol aldı.
Gözlerini açtı. Hiçbir şey göremiyor gibiydi; elleriyle ovuşturdu, göz kapakları sarkık ve buruşuktu. Hava henüz aydınlanmamıştı. Başucundaki komodinin üzerinde, ilaç kutularının yanında duran, kalın camlı gözlüğü taktı. Zorlukla doğrulup bacaklarını aşağıya sarkıttı. Ayakları iri ve sıskaydı. Parmakları uzun ve çirkin görünüyordu.
Bizim evin cümlelerini oğlum kurar. O sır olup gittiğinden beri dilimizdeki cümleler eskidi, giderek onun gibi kayboldu. O yönsüz bir kırlangıç gibi gideli, her şeyi, derdimizi bir cümleye sığdırdık: "Kayıp!" Şimdi Adana'da oturuyoruz. Evvelinde Hakkari'deydik. geçmişimiz ve geleceğimiz hariç, her şeyimizi geride bırakıp, sularla, Ters Lale ve Sümbül Dağı ile vedalaşıp dilimizi ve kalbimizi alıp göçtük.