1 dakika okundu
TOZ  BULUTÇUKLARI/Meral Kutluğ İLSEVER

“Ay öperken suların göğsünü sahilde yıkan, inleyen dalgaların haline bak da beni an…”


Yattığı karanlık odada, perdenin incecik aralığından içeri sızan ışık huzmeleri ile aydınlanan bölümde sürekli uçuşan toz zerrecikleri görüyordu. Ne kadar zamandır uyanıktı, niye bu karanlık odada ve niye bu yatakta yatıyordu hatırlayamadı. Tekrar perdenin aralık bıraktığı yere döndü. Bütün bu milyonlarca zerrecik sanki hoş ve hareketli bir müzik eşliğinde durmadan dans ediyorlardı. Tıpkı tarihi filmlerde gördüğü görkemli salonların, muhteşem atmosferinde dönen, kabarık etekli kadınlar ve üniformalı yakışıklı adamlar gibi. Kadınların pek çoğu üniformalı erkekleri yakışıklı bulur nedense. Bu giysiler o adamları bambaşka bir kişiliğe mi taşır? Yoksa bu sadece kadınlara güven veren, bir yere ait olma duygusunu mu körükler. Yani bu adam bu kıyafeti taşıyorsa bir yere aittir. O yer ciddi ve sağlam bir yerdir ki bu giysiyi ona vermiş ve giymek zorunluluğu koymuştur. Bu kadın milletinin bir kısmı iyice korkak olmalı. Güvenmek, sırtını dayamak, omuzunda ağlamak gibi nedenleri önde tutarak bir adama sevgi üretebiliyorlar. Onun hayatındaki kadınlar hep cesur, kendine güvenen insanlardı ve onu seçmişlerdi. Fakat nedense bir süre sonra aradıkları erkeğin bu bedende olmadığını fark edip onu terk etmişlerdi. En son Leyla gitmişti. Ne hikmetse, en çok da onun gidişi koymuştu. Çünkü o çok direnmiş, uğraşmış, bir şeyleri değiştirmeye çalışmıştı. Sonunda olmadığını, olamayacağını görüp ayrılmıştı. Giderken de güzel gözlerinde birer damla yaş ile bakıp lütfen kendine iyi bak diyerek, alnından öpmüştü. Yıllar boyu seviştiği bu kadın onu alnından öperek, bir anne şefkati içinde terk etmişti. İçi daraldı, tekrar perdenin aralığına döndü.

Bu milyonlarca zerrecik ya da partikül asla sabit duramıyorlardı. Sürekli devinim halindeydiler. Nelerin parçacığı idi bunlar? Nerelerden gelmişlerdi? Niye normal şartlar altında görünmezler de sahne ışığı görüp rolünü oynamak için heyecanlanan oyuncular gibi bu ufacık ışık huzmesine koşuştururlar. Onları göremediğimiz, ortalığın tamamen aydınlık olduğu anlarda ise mutlaka bu danslarını konuşurken açılan ağzımızda, kulaklarımızda, burun deliklerimizde ve bedenimizin bütün dışa açık pencerelerinden yararlanıp, içimizde sürdürüyorlardır. Onlar her neye aitseler şimdi o şeyler bizim bir parçamız oluyordur. Belki bahçeden gelen çiçek tozları, toprağın kokusunu taşıyan zerrecikler, kurumuş bir yaprağın gevrekleşip tozlaşmış kalıntıları. Belki de uzun süre önce ölmüş, kurumuş bir böceğin tozlaşmış bedeni.

Bu arada aklına nasıl geldiyse, toprak altındaki bedenlerimizi dışarıdan gelen canlıların değil de içimizde bizimle yaşayanların yok ettiğini ilk öğrendiğinde nasıl irkildiğini anımsadı. Yine ürperdi o günkü gibi. Yaşarken bizimle olan, bizim olan en değerlimizin bizim canımızı en çok yakabilen kişi olabilmesi gibi. Sevgimizle, tüm olanaklarımızla ömür boyu hizmetinde olduğumuz o minicik canlıların büyüdüklerinde bizim duygularımızı toz duman edip, hiç kimsenin açamayacağı derin yaralar açması gibi. Yani bizi de, yabancılar değil, bizim kurtçuklarımız ya da ömür boyu bizimle yaşayan canlı organizmalar yok edecek.

Tekrar toz bulutçuklarına döndü. Örneğin şu aşağılara kayan ve sürekli vals yapan grup belki de hastanenin kalorifer borusundan gelen toz kümesidir. Belki de yan odadaki yaşlı kadının saçları taranırken uçuşan tozlardır.

Birden oda kapısı açıldı. Başka bir erkekte olsa yadırganacak kadar beyaz, güzel ve tertemiz elleri ile içeri girdi. Dostça seslendi;

“ Günaydın İhsan Bey, bu gün nasılsın bakalım?” Yanındaki hemşireye döndü;

“Perdeyi ve camları açın, temiz hava ve güneş girsin içeri.”

Artık aklına gelen, parlak olduğunu düşündüğü, şeyleri yazıp doktora gösteremiyordu. O notları oğlu, arada bir ziyarete geldiğinde çekmecelerde bulup, doktora veriyordu. Uzun zamandır hiç not yoktu. İçinden gelmiyordu bir şeyler yazmak. Onların endişesi, kendisine bir zarar verebileceğiydi. Oysa kendisi bu korkunun tamamen yersiz olduğunu düşünüyordu. O artık “zarar”, “kayıp”, “yok oluş” kelimelerinin tam da karşılığıydı.

Çok sevdiği bir şarkı vardı, dalgalar, deniz, ay ışığı, özlem, fısıltılar filan neydi bulamıyordu bir türlü. Şu toz zerreciklerinin içinde onun da küçülen beyninin, bir yerlerden dışarı sızmış zerrecikleri olduğuna emindi. Aslında kafatasının içinde zavallı beyninin sızlanarak ve inleyerek büzüştüğünü duyabiliyordu. Kocaman bir su kütlesinin içinde sönmekte olan, bir eski balon gibi. Fakat hayatın içinden nasıl çıkıp da şu toz bulutuna karışabileceğini aklı almıyordu. Ama başardığında, çığlık atacaktı; “Ey özgürlük !”  Şimdi gözlerinin önüne sevdiği kadının kulağına kiraz ya da papatya iliştirdiği bir görüntüsü geliyordu. Oysa onların neslinin ne kadar azdır fotoğrafı. Çoğunlukla vesikalıktır kalanlar. Ya da toplu aile fotoğrafları,  Foto bilmem kimde çekilmiş. Şimdi gençlik, sanki bu günleri yaşamış olan kendileriymiş gibi, delicesine saldırıyorlar telefonlarına. Her yer resimleniyor, her şey, hatta plajda çıplak ayaklar bile.. Gülümsedi.

Bu tebessüm doktoru cesaretlendirdi. Tekrar yaklaştı.

Onarıcı ve serin elleri ile alnını okşayıp, kaşlarının üzerine dökülen beyaz saçları kaldırdı.

“Günaydın efendim. Yeni hemşireniz Leyla Hanım bu gün sizi biraz bahçeye çıkarsın, ister misiniz? Hava çok güzel.”

Toz bulutları derhal sahneyi terk etti. Hafifçe doğruldu yerinden. Doktor arkasına bir fazla yastık destekledi. İhsan Bey iki eliyle saçlarını düzeltti.

“Leyla Hanım öyle mi? Memnun oldum ben de Albay İhsan Korkmaz efendim.”

Güneş ve temiz hava, odanın içindeki bütün tozları ve karanlığı yok etmişti.

Çok uzaklarda, bir türlü hatırlayamadığı o şarkıyı, güzel bir ses okuyordu.