Sol kolu ile kapattığı gözlerini, o kolu yavaşça çekip, göz kapaklarının üzerine vuran ışıktan koruyarak, özenle açtı. Sert ve soğuk bir zeminde ve giderek aydınlanan bembeyaz bir yerdeydi. Kulaklarını, yakınlardan gelen ilginç sesler doldurdu. Duvarlarda yankılanan bu çırpınışlar sessizlikte inanılmaz bir biçimde yankılanıp büyüyordu. Doğruldu, uyandıran o tok seslerin sahipleri tam karşısında geniş ve derin bir nişin içinde hayretle ona bakıyorlardı. Bu umutsuz ve bembeyaz kuşların, zaman zaman duvarlara dokunan, ipeksi fakat can yakan vuruşları çaresizliklerini de anlatıyor gibiydi. Ya da ona öyle geliyordu.
Yavaşça doğruldu yattığı yerden. Evet, iki beyaz güvercin, yukarıdaki yıkılmış taş duvarda yılların ve bakımsızlığın açtığı delikten uçup gidivermek yerine onun bulunduğu çan kulesine benzer yerde adeta uçuş denemeleri yapıyorlardı. Ortalıkta çan falan da yoktu. Onun gözlerini açmasıyla kuşlar duvardaki geniş ve derin nişe kondular. Minicik gözleri ile yavaşça hareket ederek onu izlemeye başladılar.
Başlarını, bembeyaz gövdeleri üzerinde sağa sola çevirip iki gözleri ile de görmek istiyorlardı onu. Çıkardıkları sesler, kanat hareketlerinden doğan, o tatlı serinlik ve pırıl pırıl tüyleri nefes kesecek kadar güzeldi. Onlar mutlu muydu acaba? Bu gözlerin, yüzün iki tarafında oluşu pek çok hayvanı üzüyor muydu? Gözlerin bulunduğu yerler bu hayvanların hayatını kolaylaştırıyordu belki de. Fakat bu görüş alanları onların çevrelerini algılamalarını nasıl etkiliyordu acaba.Diğer kuşlar baykuşlar kadar şanslı değildi. Bütün hayvanlar ile kedilerle olduğu gibi göz göze olmak mümkün olmuyordu. Kediler gerçekten doğanın bir armağanı mıydı? Hangi canlılar daha şanslıydı? Düşüncelerini durduramıyordu. Biraz sakinleşti.
Soluduğu hava, çiçek ve yeni kabartılmış, nemli toprak gibi kokuyordu. İçerdeki sessizlik, cırcır böceklerinin o kesintisiz ve yoğun sesini taşımıştı.
Doğruldu, sırtını arkasındaki taş duvara yasladı. Ne kadar zamandır buradaydı, ne kadar zamandır uyuyordu, burası neresiydi? Bilmiyordu.
Üzerindeki arkası düğmeli beyaz önlüğü fark edince unuttukları geri gelmeye başladı. Sol kolundaki iğne izleri, mor damarlar.. Dün gece yapılan son iğneden sonraki kaçış.. Sağ elini yüzünde gezdirdi annesinin sık sık okşadığı yumuşak sakalları duruyordu, bıyıkları da öyle. Annesi artık yoktu ve babası ile yeni eşi ondan bıkmışlardı. Aslında çok haklıydılar. Zırt, pırt eve arkadaş doldurup kafa çekmeler, sık sık kaybolup yok olmalar..sıskalıktan uçacak gibi bir gövde..yüksek sesle müzik dinlemek, hiçbir işte çalışamamak..Dosyada bekleyen değerli diploma.. Yapılamayan yedek subaylık görevi..Sessizlik, günlerce konuşmamak..Konuşulanı anlamamak ve en kötüsü arada kaybolup, karakollarda bulunmak. Kim ister böyle bir evladı? Anne! Evet sadece o isterdi. Her defasında her şey düzelecekmiş gibi bitmeyen bir sabır, güven ve istekle baştan başlardı. Sarılır, öper, koklar, gözyaşlarını gizler, kendine de söylediği yalanlar ile her şeyin düzeleceğine inancını tazelerdi. Bu çabanın sonuçları, söz dinleme, doktor, tedavi, biraz kilo alış, minik tebessümler..Bu özenli onarımın en fazla bir hafta, ya da on gün sürdüğü olurdu..Sonra her şey yeniden eskiye dönerdi..
Uzun süreli bir kayboluş, anneyi de yok etti, yorgun bedeni daha fazla dayanamadı.
Şimdi nasıl geldiğini bilmediği bir mekânda, bu güzel beyaz kuşlarla baş başaydı. Çan kulesi gibi eski, taş bir bina. Yukarıya çıkan merdivenlerin olduğu yerden güneşin ılıklığı ve aydınlığı geliyor.
Kuşlar uzun süre ayni yerde kalmaktan ve belli ki bu sıska adamdan sıkıldıkları için kocaman kanatlarını açarak uğultulu bir çırpınışla ard arda yükseldiler..Taş duvarlara çarparak yankılanan mırıltılar giderek güçlendi. İki beyaz kuş, kanatlarını olabildiğince açarak, saygılı bir sıra ile yukarıdaki geniş deliğe doğru yol aldılar. Geride kanatlarının estirdiği serinlik ve birkaç minik beyaz tüy kaldı. Bu tüylerden bir tanesi, diğerlerinden ayrılıp onun dizine düştü. İncitmekten ürken bir özenle onu eline aldı. Bu arada kuşlar, onun bir merdivenle çıkması gereken, uzun yolu bir çırpıda aşıp, binayı terk etmişlerdi.
Cırcır böceklerinin yarattığı senfoniye farklı sesler ve kokular da eşlik etmeye başlamıştı. Güneş ile ısınan havanın içeriye taşıdığı bu büyülü bulut, adeta baş döndüren bir keyfe dönüşmüştü. Ne mırıltıya benzer sesleri ne de kokuları artık birbirinden ayıramaz durumdaydı. Bu muhteşem karışımı bedenine almak ve onlarla bir bütün olmak istiyordu.
Bacaklarında kalan son güçle yavaşça ayağa kalktı, yürüdü. Kuşların kolayca uçup dışarı çıktığı deliğe baktı. Çok yüksek göründü gözüne. Geri döndü, etrafına göz gezdirdi. Yattığı yerin hemen solunda yukarıya doğru yükselen birkaç basamak görünüyordu. Oraya yöneldi, basamakları tırmandı. Çıplak ayakları üşüdü. Bir süre sonra soluk soluğa yukarıya varmıştı. Durdu, derin bir nefes aldı. Ne kadar uzun zamandır su içmediğini, bir şeyler yemediğini düşündü. Hatırlamadı fakat ne aç ne de susuzdu.
Bulunduğu yer, yarısı yıkılmış çok eski bir binanın yukarı çıkan bir bölümü olmalıydı. Burada sadece üç duvar yıkık dökük de olsa ayaktaydı. Dördüncü duvar yoktu. Tiyatro sahnesi gibiydi. Başını öne eğdi, sahneden görünen kocaman bir koruluk hatta belki de büyük bir orman, bir sürü kuş, mis gibi kokan çiçekler ve uzaktan sesi gelen bir ufak çağlayan vardı belki. Cennet böyle bir yer midir? O zaman, o sabırlı ve onu seven tek kişi, annesi buralarda bir yerlerde midir?
Yoldaşı olan iki beyaz güvercin, boyunlarını yukarı doğru uzatmış, yine merakla ona bakıyorlardı. Aşağıdaki çınar ağacının üst dallarında oldukça rahat ve keyifli görünüyorlardı. Tıpkı geçen akşam o hastaneyi terk ederken, dizideki yakışıklı oyuncudan söz eden iki genç hemşire gibi. Önlerinden geçiveren sıska gölgeyi fark etmemiş, keyifle ve sessizce gülüşüyorlardı. En son ne zaman öyle güldüğünü de hatırlayamadı. Hiç öyle gülmüş müydü? Mutlu, sorumsuz, güvenli..
Tiyatro sahnesinin kenarına yaklaştı, baş döndürücü kokular, gizemli ırmak ve meraklı seyircisi kuşlar alkışlamak için bekliyor gibiydiler. Artık yalnız değildi. Galaksinin tüm yıldızları ve evrenin sonsuzluğu içindeki kocaman boşluğu doldurmuştu. Elindeki tüyü sıkıca tutuyordu. Kollarını yukarı doğru kaldırıp, genişçe açtı. Gökyüzünü kucaklamak ister gibi belki de kuşlar gibi kanatlarını açtığını hayâl ederek, her şeyi kucaklar gibi kocaman açtı kollarını. İki beyaz güvercin aşağıda ki ağacın yaprakları arasında onu bekler gibiydiler. Gözlerini uyuyacakmış gibi huzurla kapattı, kendini sahneden aşağıya doğru bıraktı.
Ve perde…