3 dakika okundu
Yürüşünür*/Sedat MERCİMEK

*Yürüşünür* : Yürümek ve düşünür birleşiminden bu öykü için uydurulmuş sözcük, flanör.

(Yazarımızın öyküsü daha önce www.edebiyathaber.net sitesinde de yayımlanmıştır.)

Gece geç vakte kadar demlikleri devirirsen olacağı bu. Ağzımın içi kekre, ciğerlerim ıslık çalıyor. Karımla komşu olduk olalı her cuma akşamı olan aynı. Hafta sonuna girerken eğlencemizde sigara, çay, kitap baş köşede. Üç kafadarın arasında ilerleyen, lafın laf olduğu, bazı şeylerin altının doldurulup bazılarının oyulduğu beni ayık ve dinç kılan bu edebiyat sohbetleri olmasa ne yapardım bilmiyorum. Karım arkadaşlarımla benim bir araya gelmemizi kendi kısır günlerine benzetiyor. Dediği doğru olabilir, yabana atılacak tarafı yok.

Doğalgazın şehre gelmesi en çok bana yaradı. Odun kömür taşımaktan iflahım kesilmişti. Çocuklar buradayken işi onlara yıkıyordum. Karım elini ne yakacağa ne sobaya sürüyordu. Şikâyet etmesin diye atmadığım takla kalmamıştı. Şehrin yeni yerleşim bölgesine taşınalım ısrarı biraz azaldı. Ne yapalım cep delik, cepken delik. Üç kuruşluk emekli maaşı kime yetiyor ki bize yetsin. Mesele sadece bu değil. Bunca yıllık karım bunları biliyor ya, ara sıra “Hısım akraba oralarda, biz de gitsek ne iyi olurdu” demeyi ihmal etmiyor.

İnsanın babasından kalma bir şeylerinin olması iyi. Benim çocukların durumunda baba ataya, dedeye dönüyor. Tek maaşlı memur halimle çocuklar üniversite okurken evin bana düşen giriş katını satmamak en büyük başarım. Üst katın kirasını ne zaman kız kardeşime gönderecek olsam “Sonra hesaplaşırız ağbi, sende kalsın.” diyor. Yıllar oldu o hesaba bir türlü giremedik. Kömürlüğü küçük bir daireye çevirme fikri Sema’nındı. “Bu işi ben çıkarttıysam tabii ki ben ödeyeceğim ağbi. Hem Belçika’dan geldikçe orada kalırız. Mis gibi bahçe içinde.” Bugün oldu bir gün kalmışlığı yok. Biriktirdiğim kira paralarını hatırlattığımda unutkan gözlerle yüzüme bakıyor. Son geldiklerinde kafasını yeni evden içeri sokup göz gezdirdi. “Sana çokça kitaplık lazım ağbi.” deyip marangozu çağırdı. Yerinden kalkmaya üşenen karım yeğenle çocukları örgütleyip kitaplarımı büyük bir şevkle kömürlüğe taşıttı. Benim kâğıt evim böyle oluştu. Karımın da benim de canıma minnet. Evde sigara kokusu, çay telaşı, bağıra çağıra tartışan adamlar sorunu kalktı, tatlı bir kumpasla kapı dışarı edildim.

Yürümek ve düşünmek bana iyi geliyor. İnsan yürürken farklı hayatların içinden geçiyor. Tam teşekküllü bir muhataplık olmasa da adımların seni yaşamayı aklına bile getiremeyeceğin var olma hallerinin kıyısında dolaştırıyor. Gördüğün gerçekliğin sende oluşan yansımasının doğru olanla alakası olmayabilir. Güneş senin için parlak, gökyüzü yarı mavi, rüzgâr rahatlatıcı olabilir. Diğer insanların nasıl hissettiğini, neyin neyi çağrıştırdığını, böylesi görece güzel havaların başka zihinlerde şekillendirdiklerini kimse net olarak bilemeyecek.

Kim bulduysa bundan iyi bir tarif olamazdı, küçük şehirlerde Mecburiyet Caddesi denilen yerde aklımda yapmam gereken önemli işler varmış görüntüsünde yürüyorum. Ben bu caddeye taşranın podyumu diyorum. Cuma akşamı sohbetlerimizin birinde geçen “hiçbir denize açılmayan iskele” benzetmesi de hoşuma gitmedi değil.  Giden ve gelen yönünde yalpalamadan güçlü adımlarla yürümek zorunda olduğun, görmek istemediklerinin burnunun dibinde bittiği, küçük gruplar halinde tanıdıkların ayaküstü sohbetlerinde basmakalıp sözcüklerin ağızlardan çıkıp kulaklarda yittiği, tanımlanamayan, neslinin bir an önce tükenmesini istediğim garip samimiyet türünün kol gezdiği bir yer işte. Sen istemesen de seni üzerine çeken, tek eşli monoton bir yaşamın sağı solu dükkânlarla kuşatılmış, pazarlık şansının olmadığı, ne varsa kaç paraysa boynunu büküp aldığın, inatla ne daralıp ne genişleyen, başka bir hatta asla izin vermeyen düz bir çizgi şehrin kalbinde ilerliyor. Arada gezici tiyatrolar, konserler şehirdeki azınlığa hayat öpücüğü konduruyor. Cenazeler, düğünler, kahvehaneler, ganyan bayileri, portakal bıçaklamalar ve aslı astarı olmayan haberler sonrası halay çekmeler olmasa kalabalıklar bir araya gelmiyor.

Küçücük şehirde herkes önemli, herkesin önemli işleri var. Önemli ailelerin önemli kızları ve önemli erkek çocukları önemli bir günde önemlice evlenip önemlice ürüyorlar. Önem önemi doğuruyor. Önem altın günleri evvelinde önemli kadınların önemli dişlerini parlatıyor, önemli makyaj malzemeleri önemli yüzlerini boyuyor. Önemli göbekli erkekler ise önemli arabalarına binip en yakın yarı turistik önemli beldelerde önemli otellerde önemsiz kadınlarla sürtüşüyorlar. Her şeyin yeri gelip önemini yitirdiği bu şehirde önemli kavramlar taş kadar sert, bir o kadar cıvık köşe başlarını tutuyor. En önemlisi, çember dar, ben de onlardan biriyim. Önemliyim. Yürümem önemli. Düşünmem önemli.

Herkes ne kadar birbirine benziyor. Mevsimine göre bir t-shirt, bir kot. Hava yeterince sıcaksa elde dondurma, memurlar şehirden çekildiyse, misafirler nihayet gitti rahatlığıyla çizgili pijamalar içinde her zamanki yerlerine konuşlanan ev ahalisi gibi yerli halk sokakları ve mevcut tek caddelerini arşınlıyor. Yürüdükçe bitecek gibi değil. Yıllardır herkes üzerinde yürüyor. Ben dâhil bitireni görmedim. Hamster yorulur, soluklanır, kaldığı yerden koşmaya devam eder.

Arada tanıdık simâlar yanımdan geçiyor. Durmadan selam veriyorum. Gülümseyip kafamı eğiyorum.

Yaz gelince şehrin nüfusuna eski yerlileri katılıyor. Yurtdışından memleket hasretiyle gelenler zoraki akraba ziyaretlerini ucuza aldıkları uzun tatillerini yine yabancı turistlerin bolca rağbet ettiği turistik beldelerdeki otellerde geçirmeye gidiyorlar. Geldikleri ülkelerin vatandaşlarını otelde görünce hemşerilik damarları kabarıyor. Özlemiyle yanıp tutuştukları, bir tek kendi damaklarında ilah, buraya ait olduğu iddia edilegelen lezzetler ağızlarını sulandırıyor. Çeperdeki şehirler aynı yemek ya da tatlı için kapışıp tescili üzerine alma telaşında. “Bizim buraların bilmem neyi üzerine yok. Başkaları yapamıyor kardeş.” cümleleri düşünme kalıpları aynı bir ağızdan ötekine geçiyor. Teyitleşmek önemli. Benzer cümleler ezbere bir refleksle karşıdakinden bekleniyor.

Yolda rastlaşanlar konuşmanın sonunu bir davete bağlamadan rahat edemiyorlar. “Bir ara Ragıp’ı da al gel, takılır eski günleri yâd ederiz.” “İyi olur valla.” “Ben de beklerim.” düellosunda kaybeden olmaz. Adı Ragıp, Ayşe, Fatma her neyse asla konuşanlara dahil olmayacak, bu güya-diyalog da havada asılı kalacak. Bu tip üfürükten bir araya gelmelerde ismi sağlam seçmek önemli. O iki kişi, üçüncüye muhtaç. Ragıp, Ayşe, Süleyman, Osman –isim önemli değil- süper kahraman. Geldiğinde sohbeti kurtaracak, sıkıntıyı dağıtacak, sözün bittiği yerde yeni malzeme sağlayacak. Bir nevi taşeron orta oyuncu, sohbetin ipleri elinde yarı profesyonel kuklacı.

“Hayırlı işler Nazım. Sağ ol, var ol. Bir ara uğrarım.”

Esnaf dükkânının önünü önce toz kalkmasın diye sulattırıyor, çırak fırçayla sınırların üzerinden geçiyor. Küçük tabure üzerinde komşu dükkânla kendininki arasındaki sütuna sırt dayanıyor, çırak kahveyi kapıp geliyor, gelip geçenler kesiliyor. O keyif anında gelen müşterinin vay haline. Durdun durdun bu saatte mi geldin hanım abla. Bir kahvemiz vardı, onu ortalayıp geldin rahatsızlığı baş gösteriyor. (Gerçi internet alışveriş siteleri burunlarını sürttü ama huylu huyundan vazgeçmiyor. Komşunun çocuğunu acil durumunda bakkala gönderme alışkanlığı öldü, getir-götür işlerini yapanlar artık iki tekerlekli.) Allahtan çırak atılgan, müşteriyi karşılıyor. Patron kendini ağırdan satıyor. Çırak dükkâna girip çıkan bal arısı. Fiyatların hepsini biliyor ya patrona sormadan duramıyor. Patron kendince bir rehavet içinde. Son geçen kadın grubunun kalçalarından gözlerini çekiyor. Sigarasını komşunun sınırına doğru savurup yüzüne satıcı gülüşünü iliştirip dükkânda kurulan sahneye ilerliyor.

Herkes herkesin kredi bakiyesini bile biliyor. Alacak verecek haneleri aleni. Bütün sırlar apaçık ortada. Bilmezden gelmenin ustaları kocaman evlerde oturuyor. Huzur, itibar metrekareyle ölçülüyor. Araba modelleri, hatta plakalar ezberde. Bir yere üç metre yürümek zulüm. Arabalar ilk bulunan yere park ediliyor. Dakikalar içinde işlerin bitmesi hayati. Öyle de oluyor. Her türlü meşgale çabucak bitiyor, çay kahve molalarıyla mesai sündürülüyor. Zaman gevşek. Çektikçe gerilen kayış istemesen de günün birinde tokat olup yüzüne çarpacak. Bir zamanlar top koşturduğun sokakların en yaşlısı sensin. Sana amca diyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Senin tanımadığın ama seni tanıyan yeni yetmelere “Kimlerdensin?” sorusunu sorma sırası sende. Şehir büyüyor, boyunda emekli kesintileri; sen küçülüyorsun. Masraflar büyüdükçe pantolonun paçalarından çekiyor. İlk göz ağrın annesine nişan, düğün diye nicedir sufle veriyormuş, en son sen duyuyorsun. Dün altını değiştirdiğin yavruna bembeyaz ya da lacivert giysiler giydiriyorsun. Ödünç verdiğin altınlar çeyrek, yarım, bilezik olarak boğazına diziliyor. Yutkunup duruyorsun gençliğini, günlerin tortusu eklemlerinde birikiyor. Bir çırpıda aştığın mesafeler gözünde büyüyor. Hüzünleniyorsun. Bir taşra akşamında güneş gözüne batıyor. Evin, bedenin, giysilerin, zihnin eski. Yeni günlerin hengâmesinde yerin kısıtlı. Seyredip duruyorsun çevreni. Bugün genç olanlar senin yaşadığının tekrarındalar. Bu şehrin caddelerinde on sekiz yaşında kızlar, delikanlılar her daim olacak. Biliyorsun. Bir daha yutkunuyorsun.

Yürüyorum. Düşünüyorum.

Düşünmek sana borsanın endeksinde kâr ettirmiyor. Zararın neresinden dönsen kendinlesin. Grafikler dolu piyasalarda hiçsin, yakında sadece bir istatiksin. Efor testlerinde koşuyor, doktorun elindeki kâğıtta bir aşağı, bir yukarısın. Çizgilerin tıbbi olarak depolanıyor, ilaç mümessillerinin saygıyla yaklaştıkları beyaz gömlekliler falına bakıyor. Üç vakte kadar kim bilir nerelerdesin. Düz çizgi halinde sabit ilerliyorsun. Durağansın. Ölüp ölüp dirildiğin günlerin uzağındasın. Artık, ölsen dirilemezsin.

“Amca buyur dükkâna. Kahve içip soluklan.” diyor rahmetli küçük kardeşimin oğlu. “Sağ ol yeğenim. Dönüşte uğrayayım sana.” diyorum. “Tamam”, diyor. Gelmeyeceğimi o da biliyor.

Küçük şehirler akraba evliliği yapmış gibi. Bir yerleri hep hastalıklı, en çok bu yönleriyle övünmeleri tedaviyi güçleştiriyor. Hem kimseyi beğenmeyip hem herkese öykünüyorlar. Tekrar, tahdit ve taklit taşranın çelişkili doğasında var. Sınavda kopya çekip aynı soruya aynı yanlış cevabı veren haşarı sınıf benzeri, bütünlemeye kalmanın tedirginliğinde değiller. Kayak merkezi, teleferik, cam tabanlı uçurum üstü seyir terası, ilgili ilgisiz acemi müzeler ülkenin bir ucundan diğerine virüs gibi yayılıyor.

Ben yürürken bunları düşünüyorum. Düşününce herkesin hayatı küçük, hikâyesi minicik. Toplamın azameti arasındaki detaylar insanı büyük yapıyor. Küçük insan denince aklıma sadece çocuklar gelsin istiyorum. Büyük adamları, kadınları kitaplarda sevmeyi tercih ediyorum. Bir tanıdık öbeğinden diğerine yürürken arkamda asılsız davetler bırakıyorum. Bir zamanlar çırak olduğum dükkânın önünden geçerken yeni patrona selam veriyorum. Karnım acıkıyor. Caddenin sonundan geriye dönsem rutinin üstünden bir daha geçmiş olacağım. Vazgeçiyorum. Hasır tabureli çay ocağını gözüme kestiriyorum. Parmağımla havayı karıştırıp “Bir çay!” işareti yapıyorum. “Tamam dayı.” diyor ocakçı, dudaklarını okuyorum. Çayı beklerken karımın mesajındaki alışveriş listesinden kasaba, manava, fırına gitme sırasını kafamda kurguluyorum. Garson çayı sehpaya koyarken bana adımla hitap edip hal hatır soruyor. Yandaki boş tabureyi sehpaya yaklaştırıyorum. Birazdan gelmesi muhtemel tanıdığa yer tutuyorum. Kız kardeşim arıyor. Kumpası hemen seziyorum. “Evler büyüdükçe insanlar küçülüyor Sema.” diyorum. “Ne diyorsun gene ağbi? Yatırım olsun diye ev alayım diye düşünmüştüm ben.” diyor. “Sakın.” diyorum “Sakın buradan alayım deme. Bozuşuruz. Kira paralarını vereyim, git istediğin şehirden al.” “Aşk olsun ağbi. Onu mu dedim şimdi ben sana? Ne alakası var.” Sema hemen konuyu değiştiriyor. Ah Sema, canım Sema. İnsanın annesinden kalma birileri olmalı. Telefonda sohbet sürdükçe yolunu bulup gönlünü alıyorum. Çayım ılıyor, kafama dikiyorum. Bir tanıdık gelmeden gitmek istiyorum. Bu sefer elimi kalem ucu gibi yapıp havaya “Hesabıma yaz.” çizikleri atıyorum. Çay açlığımı daha bir hatırlatıyor. Akşama yemekte ne vardır acaba?

Düşünüyorum.

Yürüyorum.

Eski kömürlüğün köşesine sineceğim ânı iple çekiyorum.