2 dakika okundu
Yas/Evrim AKDAĞ

İki küçük kaya parçasıydı. Su aktı kıvrımlarından. Dibi yosun yüklü, yemyeşil bir nehirdi üzerine ışıklar düştüğünde. Köy kurak. Şehir kurak. Ulaşıp bütün çukurlarını dolduracak bir mahal yok etrafında. Köylüler parmakları arasında ufaladıkları toprak parçalarını suya atarken bir türkü mırıldanıyor sonra avuçlarını gökyüzüne açıp kanayan yaralarını göstere göstere gökyüzüne ayna oluyorlardı.

Kaburgam dedi. Çok acıyor, bıçağın ucu var sanki. Birkaç parça yükü tutar gibi elini sırtına attı. Omuzlarını silkeledi.

Bülent, sence ben kambur muyum gerçekten?

Ağrısının üstüne oturdu çekyatın ucuna ilişip.

Üff, gene uyduruyorsun.

Gazetesi önünde, şişmiş gözlerini saklayarak kendisinden başka hiç kimseyle uğraşmayı istememenin rahatlığı ve aslında kendinden sıkılma halinin ayaklarında, kollarında ve başında karıncalandığı o anı nedense tuttu, bırakmadı Bülent.

Salonun duvarları gittikçe eskimişti. Boya döküntüleri arasında geçmişe bir yol gibi giden çerçeveler, çerçevelerin içinde gülümseyen iki tatlı yüz evlilik merasimlerinden bir anıymış sanılsa da sanki hiç yaşamamış oldukları, okudukları herhangi bir kitabın satır aralarında sıkışıp kalmış herhangi bir metindi.

Batıyor hep, napim?

Sibel istediği karşılığı bulamayınca televizyonu açtı sonra. Sırf ses olsun, görüntü olsun,ama dinlemesin, ekrana bakmasın, durduğu yerde düşüncelere bıraksın kendini. Hepböyle yapmadı mı son on yıl? Fabrika çıkışı kollarını sallayarak koşa koşa eve varışı, odanın duvarlarına sırtını dayayıp soluklanışı, sonra mutfakta, banyoda, balkonda hep bir şeyler ararcasına dönüp duruşu, avucunda sımsıkı tuttuğu ekmek bıçağını bostan patlıcana saplarken ki hıçkırışı hep günlük telaşlarıydı.

Bülent karnını sıvazladı.

Yemekte ne var?

Elinin körü. Bak işte bak boğazına çalışmaktan başka işe yaramadığın için büyümeyen yerin kalmadı. İçine gir televizyonun da çıkama. Ot, odun, damdaki tuğla bile değilsin. Toz olsan uçardın ne diye geldin karşıma kondun be adam? Niye varsın? Ne diye doğurdu anan seni?

Saniyeler içinde adamın yaşam içerisindeki varlığını sorgulamaya başladığında bu duyguyu beyninde barındırmanın kendisini nasıl da yorduğunun farkında bile değildi.

Oturtma var ne bekliyordun başka.

Gazeteyi burnuna yapıştırmıştı Bülent. Neredeyse içine geçip sayfalarla uzun uzadıya uçacak.

Ne oturtması bu?

Kumandayı sertçe vurduğu yerin sehpa değil de Bülent’in tam da kafası olsun istedi ama bağırtısı ağzının içinde ufaldı, bitti.

Patlıcan oturtması canım! Çok seversin, seversin de parmaklarını yersin.

Bülent her akşam patlıcan yiyeceğini bildiği halde sormuştu gene de işte. Ne söyleyeceğini bilmekten aciz, sırf laf olsun torba dolsun. Oysa onların orada kadınlar analıkızlılar, etli ekmekler pişirir, bütün kış tüketecekleri ne tandırlar yaparlardı ne tandırlar. Kız kardeşlerinin daha on beşlerindeyken bile bilmedikleri yemek yoktu. Maharetlileri kim kapmaz, on altıya basınca evlendiler sırasıyla. Bülent ortancaları sayılır. Elini sıcağa soğuğa koydurmadı anası. Aslan oğlum, yiğit oğlum, haniymiş göster çükünü teyzelere. Kasabanın neredeyse bütün hanım teyzeleri gördü Bülent'inkini. Sibel’i o kasaba kızlarına benzetemedi hiç anası uyarmıştı, bu bir tuhaf oğlum, uzaydan mı geldi, elinden bir iş gelmiyor, yazık sana vallahi.

Kandaki bir değerin üç katı arttığını, yani o kötürüm hücrelerin vücutta hızlıca yayıldığını doktordan duyunca hastane koridorunun bir ucundan bir ucuna kaç kez gidip geldiğinin farkında olmayacaktı Bülent. Şimdi şuracıkta, sandalyede omzunu düşürerek iç geçirenin kendisi olduğunu, on yıllık evliliğin yükünü omuzlarını yorduğunu ve onun ağırlığıyla karnının nasıl da sancıdığını Sibel gidince unutacak, hiç ama hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktı. Üç ay. Yani sadece üç ay! Bu kadar tehlikeli ne vardı ki doktor?

Mu-sa-kka.

Bülent anlamak için kulağını karısının ağzına yaklaştıracaktı. Sibel daha kısık, ince sesiyle sadece bir kez daha tekrarlayacak ama aynı kelimeyi ikinci kez çıkaramayacaktı.

Musakka mı, hasta yatağında bile bunu istiyorsun, nereden bulayım canım şimdi?

Odanın içinde dönüp duracak, yemeyeceğini bile bile sırf ağzına iki lokma gitsin, sırf istediği olsun da sonra vicdan azabı çekmesin diye kendisini hastanenin karşısındaki restorana bulacak, bir tabaklık koy çok olmasın diye buyurup söylene söylene geri dönecek, zavallısı tadına bile bakmayınca o koca delikli burnunu memnuniyetsizce kıvıracaktı. Yemez ki niye yesin? Üç ay demişti doktor üç lokmalık bile canı kalmadı ki.

İlk tanışma kasabadaki bir düğüne kısmetmiş. Oradaki kuaförleri beğenmez tabi Sibel. Burnu havada, soğuk nevale. Saçlarını arkadan toplayıp suyla şöylece yapıştırmıştı. Ayağında kot, üstünde kahverengi soluk bir penye. Kafana sim dök bari demişlerdi dedinlemedi kimseyi. Zevksiz işte neylersin. Sonra pat diye karşısına çıkıvermişti Bülent. Tekel bayici. Şehirli. Dans etmesini bilmez, halay çekemez. Daha görür görmez tamamdedi. Evlenirim bu adamla. Oysa mesela Bülent gece nasıl uyur? Teni nasıl kokar, horlarmı mı? Bunları bilmeden istemişti. Sonra işte bir gün gene aynı düğün meydanında oncahısım akraba arasında bir birini görmeden öylece eğlendiler. Birkaç gün içinde aile büyüklerinin helalliklerini alıp ellerinde valizlerle şehre gönderildiler. Sibel yemek dahil birçok şeyi yapmayı bilmediğinden Bülent’in onu pek sevmeyeceğini düşünerek kaygılanmış ama buna rağmen yeni bir şeyler öğrenmeyi istemeyerek herkesin gözünde ufacık değeri olmayan bir varlığı kendi elleriyle yaratmıştı.

İki ayrı yöne uzanan yolda kurumaya yüz tutmuş                kaysı ağacının dalları “ geldik bu diyardan geçiyoruz” un sırrını apaçık ortaya çıkararak aşağı doğru salındı, salınınca kapısı kapalı iki evin önünden bir anda nehir akmaya başladı, nehir akarken yeşil çizikler, yeşil yarıklar da bıraktı. Balıklar da gitti dedi birisi, kağıttan gemiler de. Eğer onlar yoksa çocuklar hiç yok demektir. Allah muhafaza sonra neşe kayıp bir türküye dönüverir. En iyisimi bu nehir buradan hiç akmasın. Hem böyle nehir mi olur hiç, düpedüz yeşil!

Burası, nah işte bak!

Bülent ellerini isteksizce dokundurdu karşısında iki büklüm oturan karısının sırtına. Et yok da sanki kemik torbası o elbisenin içindeki.

Ne ara bu kadar zayıfladın kızım?

Sibel uzandığı ikili koltukta dizlerini kıvırıp düşüncelere dalmıştı bile. Bu ikili koltuğa oturup hiç kalkmadığı yılları hesap edince en rahat ettiği, en güvendiği yerin orası olduğunu, oturdukça azar azar yayılan ağrıların onu gece uykusundan bile uyandırdığını, o koltukta oturmaktan başka bir çaresinin olmayışını yani hep ama hep ikili koltuğa dayanacağı gerçeğini beynine iyice kazıdı. Geçmişte olduğu gibi bundan böyle silik bir hücre gibi kendiiçinde çoğalacak ama hep yalnız kalacaktı. Üvey babası ağır batarya bu der, hiçbir işyapmadan bütün gün balkonda olmasına çok laf ederdi. Annesi bulaşık dahi yıkattıramayınca tahtası eksik, naparsın benim dölüm diyerek sineye çekerdi. Sevgiye açtı Sibel. Kafatasından kaburgalarına inen boşlukta tek bir sevgi kırıntısı bile yoktu.

Çok ağrıyor, of, nefes alamıyorum.

Sibel’in yüzündeki çizikler ağrıları ile birlikte sanki git gide yayılacak, her yerini kaplayacak,bir süre sonra ağlamaları da başlayacaktı. Öyle sessiz falan da değil, sesi yeşil duvarlara çarpacak kadar haykırarak, duvardaki mutlu yüzlü evlilik fotoğraflarını bir sağa bir sola sallandırarak. Bülent omuzunu, sırtını usulca sıvazladıkça Sibel’in sarımsı derisikabaracak, pul pul dökülecek. Hani yani biraz daha öfelese  öfeledikçe sıra kollarına, bacaklarına gelse dökülmedik yeri kalmayacaktı. Güzel yüzlü adam. Paşazade! Kendinihiç bir şey için yormaz. Yemekte ne var?

Kapıların önünden yemyeşil bir nehrin akacağını duyanlar evlerinden çıkarak köymeydanına koştular. Nehri görenler görmeyenlere gördükleri suyun yeşil rengini tarifederken bunun bulaşıcı olabileceğini de söylemekten geri durmadılar. Bir defa olmuşmuşartık, su bulanıkmışmış, yosunlar kabarmışmış, daha hayır gelmezmiş, öyleyseakmasınmış boşuna. Kurutmak gerek! Herkes kürek kürek toprak atmalı. Kadını erkeği yokbu işin. Topraklamalı. Hem de derhal!

Dükkâna kilidi taktım demişti bir kesesinde Bülent, manşetlerinin kıvrımlarını düzeltirken. Ne yani kapatacakmısın, diye yerinden zıpladı Sibel. Onca mal var içerde, satamadık da naparız şimdi? Bıçağın en keskin yeri ile ikiye böldü soğanı. Anında göz yaşları süzüldü yanaklarına, ince kıvrımlı, kop koyu. Soğan gözlerini doğramıştı sanki iki dakikada. N'olcak şimdi? Bülent her zamanki duygusuz edasıyla tencerenin kapağını açtı, kapattı. Babanlara gidersin. Aç kalmazsın. O gün gitti işte Bülent. Dışarı hava almaya çıkar gibi yahut kahvedeki arkadaşlarına gider gibi usulca gitti. Elinde soğanla hem hal ederkenbirdenbire yere, sızlayan kaburgalarının üzerine yığıldı Sibel. Kaç saat öylece yerde kendinden habersiz, ağrılarının içine girerek önce kaburgalarına sonra bacaklarına ve bütün dokularına çoktandır yayılmış habis hücrelerin varlığını unutarak serili kaldığını kimse bilmeyecekti.

Bülent sabaha karşı eve gediğinde karısının yemyeşil suretiyle yerde yatar haline pek şaşmadan, yani bir gün olacaktı da o gün bu günmüş, der gibi baktı bir süre. Doktor hazırlık ol, demişti zaten. Malum karaciğer bu, insanın canını okur. Apar topar hastaneyekaldırdı. Sibel nefes almakta zorlanınca yoğun bakıma almak istedi doktorlar. Serumlarla,mamalarla idare edilecek iş değil! Bülent ne Sibel’in aile bireylerini, ne de fabrikadakiarkadaşlarını aradı. Kadıncağızın benzi yemyeşil, gözlerinin beyazı sapsarıydı. Yereyığılmadan önce gördüğüydü en son. Nasıl düştü?, diye sordu doktor. Bülent kem kümlerle bir ileri bir geri sallandı durdu. Düştü işte öyle ellerime, birdenbire oldu, yığıldı.

Tuvalete girip dakikalarca telefonunda mesajlaştığını çok önceleri fark etmişti Sibel. Hatta görüntülü görüşme yaparken çıkardığı şehvet dolu sesleri bile duymuştu. Aynı kadın mıydı her defasındaki? Sırtını kapıya dayayıp kulağını iyice yapıştırmış, tek bir ayrıntıyı bile kaçırmadan o şehvet anlarına gözü kapalı iç geçirerek ortak olmuştu. İçerdeki kocası,yanındaki hayali. Oysa pek çok hayali vardı evlenirken. Her şeyden önce bekarlık evindende kızlık soyundan da çıkacak, bir başka soyun çatısı altına konacak, oradan hiç çıkmayacaktı. Sıcacık yuva, al sana diyen kaderine boyun eğişi aslında eğmek zorunda kalışına çok öfkelendi. Bir gün gideceğim, bir gün gideceğim ve dönmeyeceğim diyen içsesi uzunca zamandır beynin her bir yerini kuşatmış, kuşattığı bu kıvrımlı organ kısa zamanda bedenine sinyaller göndermişti.

Köyün erkekleri el arabalarıyla toprak taşıdılar. Hep birlikte birer kürek attılar nehre. Toprak atıldıkça nehir küçüldü,sanırsınız çukurun içinde yağmur birikintisi gibi kaldı. İştamamlanmış, sorun kalmamıştı artık. Her şey kendidoğallığında olmalı. Bundan böyle.

Gözleri gittikçe küçüldü Sibel’in. Yemyeşil yüzünden akan soğukluk Bülent’in şaşkın bakışlarına çarptıkça kayaya dönüşüyor sonra yuvarlanıp kayboluyordu.

Gelmiyorlar sözcüğü çıkıverdi ansızın dudaklarından.

Bülent, kim diye sordu. Kim?

Sular gibi gitti zaman.