“Ah o bulutsuz gökyüzü, o çırpıntısız deniz,kumsalını, kayalıklarını uzaktan görebildiğimizada!” C.Çapan
İnanılmaz güzel bir sonbahar sabahıydı. Güneş var gücüyle dallarda kalan yaprakların rengini solduruyor, rüzgâr ise tüm hafifliğine karşın onları alıp, toprağın üzerindeki arkadaşlarının yanına indiriyordu. İki yanı ağaçlı, çakıl taşları ile renklendirilmiş yolda,aslında çıplak toprağı görmek pek de mümkün olmuyordu. Üzerlerine doğru adım attıkça kuru yapraklar hafifçe yerden havalanıp tekrar uçuşarak yere iniyor ve ufalanıyorlardı. Sabahın sadeliğini ve huzurunu bozabilecek en ufak bir ses yoktu, elbette yaprakların hışırtısı dışında.
Topuklarının çıkardığı ses, bu nedenle çok uzaklardan ve çok hafif geliyordu, adeta belli belirsiz. Omuzuna astığı kahverengi çantası ile minik topuklu zarif ayakkabıları uyum içinde idi. Günün modası ne derse desin, kıyafeti mat yaprak yeşili ise diğer aksesuarlar kahverengi olmalıydı. Doğa ile uyum içinde. Gökyüzünün mavisi, mutlaka ya denizin laciverdi ya da bulutların beyazı ile eşleşmeliydi. Minik zarif ellerini yeşil kadife eldivenler gizliyordu. İki eliyle göğsüne bastırdığı kitap, sanki onu gerçek dünyayabağlayan tek şey gibi görünüyordu.
Bu dingin güzellikler içinde bir süre yürüdü ve durdu. Kitabı kolunun altına dikkatlice sıkıştırıp, ellerine baktı. Eldiveninin sağ tekinde, parmak uçlarında bir ıslaklık hissediyordu. Diğer elinin yardımıyla bu ıslaklığı kitabın açabildiği bir sayfasına sürdü. Cevat Çapan’ın güzelim şiiri kanıyordu şimdi;
Sanki ben değil, bir başkasıymışım gibi
onları seyrediyorum uzaktan, yılların ötesinden
Oysa sen susuyorsun hep.
Söyleyeceğini söylemiş, ulaşmayı düşlediğin yalınlığa ulaşmış, saçları
bulut rengi bir derviş gibi alıp başını gidiyorsun..
Kitabı kapatıp tekrar kolunun altına yerleştirdi. Kanlı eldiven tekini özenle çıkardı. Etrafına baktı, az ileride yeşile boyanmış, metal bir askı ile bir kaideye sabitlenmiş çöp kutusunu fark etti. Eldivenin suçlu görünen, ıslak tekini oraya attı. Bir süre kuru yapraklar, içecek kutuları, çerez paketleri ve buruşturulmuş kâğıtlarla neredeyse dolmuş olan kutunun içinde, çaresizce yatan eldivene baktı. Çok kirli, çok yalnız ve korkmuş görünüyordu. Hemen diğerini de çıkarıp çıplak ve ıslak elini bu tek eldiven ile sildi, ötekinin yanına attı. Hiç değilse eldivenlerin yalnızlıkları sona ermişti. Yürümeye devam etti. Kendini birden çok yorgun hissetti. Gördüğü ilk banka oturdu.
Kuru yaprakları bile temizlemedi, öylece çöktü. Elinde, hâlâ sımsıkı tuttuğu kitabı yanına bıraktı. “Deniz ürperiyor uzakta”
“uzakta”..Kısa bir süre önce, o gülen gözlerine ve çenesindeki minicik çukura nasıl hayranlıkla baktığını anımsadı. Bu görüntü şimdi ne kadar uzakta kalmıştı.
Dört yılı aşkın bir süredir birlikteydiler. Artık onsuz bir hayat düşleyemiyordu bile. Kendisini tamamen onun ellerine teslim etmiş, hiçbir talepte bulunmadan, o nasıl isterse öyle hareket ediyordu. Onun dışındaki hayat, tamamen ona kavuşmak hayali ile yaşanan, zorunlu saatler haline gelmişti. Hiç soru sormadan, hiçbir şeye itiraz etmeden kendisine verilecek zamana ulaşmak için bekliyordu. Birliktelikleri kusursuz ve uyum içinde gerçekleşiyordu hep. Güzel yerlerde güzel sohbetler, seçilmiş mekânlarda kusursuz yemekler ve içkiler eşliğinde romantik buluşmalar. Fırsat doğduğunda ilginç yerlere kısa seyahatler. Yanında hissedilen güven ve huzur. Fakat daima, her birlikteliğin sonunda onu evine getirip bırakıyor, birlikte bir kahve içmeyi bile talep etmiyordu. Böylesine kusursuz bir aşktan daha ne bekleyebilirdi ki.. O da, bu geçen dört yıl boyunca bunu yaptı zaten; sadece güvendi, mutlu oldu ve yetindi. Ta ki, dün gece geç vakit, telefonda “konuşmamız gerek” deyip onu atölyesine çağırıncaya kadar.
Bu nedenle, sabah özenle giyinmiş, dün gece bitirdiği, çok da beğendiği, kitabı da onavermek için yanına alıp erkenden yola çıkmıştı. Atölyeye vardığında bir sürü alet, toz ve mermer kütleleri içinde, üzerinde her zamanki önlüğü ile çalışırken buldu onu. Gözleri yorgun ve uykusuzdu. Fakat yine de baştan çıkarıcı renklerle ışıldıyordu.
“Hoş geldin” dedi. Sesi pek keyifsiz ve kuru çıkmıştı. Oysa, kadın ondan atölyenindışındaki yaşlı çınarın altında bir kahvaltı sürprizi bekliyordu. Bunu defalarca yapmışlar, hep bir şeyleri kutlamışlardı. Dün gece ki ses, onu vaat ediyordu sanki.Yoksa ona mı öyle gelmişti. İçeri doğru yürüdü, “Günaydın” dedi. Onu görünce hemen üzerini bir bez ile örttüğü yeni bir parçanın, belki de bir büstün üzerinde çalıştığını farketti. “Yeni mi?”
Hızla yanına yürüyüp, “gel şurada oturalım” deyip genç kadını kolundan tutarak çınara bakan banka oturttu. Artık endişe ve korku yüreğini kıskıvrak yakalamış durumda idi. İçinden bir ses sürekli, lütfen konuşmasın, lütfen, diyordu. Ne yazık ki oturur oturmaz, gözlerini kaçırarak girdi söze. Çok uzun zamandır birlikte olduklarından başlayıp artık onun hayatını yaşayabilmesi için özgür bırakması gerektiğinden söz ederek, asıl konuya geldi.
Fransa’dan, ünlü bir heykeltıraşın sanat atölyesinden aldığı inanılmaz teklifi, büyük bir heyecanla anlatmaya başladı. Bu durumda, kendisini özgür bırakmaktan başka çaresi olmadığını, bunu aslında hiç istemediğini ama çaresiz olduğunu, başı önünde adeta fısıldadı. Kadın sessiz, son derece ifadesiz bir yüzle kalktı, atölyenin içine doğru yürüdü. Adam şaşkın arkasından bakıyordu. Bir süre sonra şaşkınlığının yerini bir telaş aldı. Çünkü o minicik, zarif bedenin büyük bir hızla yaklaşıp eliyle yeni büstün üzerindeki bezi çektiğini gördü. “Çok benzemiş, kutlarım seni.” Bu kadın başı, bir-ikiay önce bir kokteylde tanıştıkları, Güzel Sanatlar Öğrencisi esmer, kusursuz güzel ve çekici bir genç kıza aitti. “Birlikte mi gidiyorsunuz?” derken tornavidaya benzeyen ahşap saplı aleti sağ eline almıştı bile. Adam, çaresiz “Bağışla, böyle olsun istememiştim.” diyerek, onu sakinleştirecek bir şeyler söylemeye çalışarak yaklaştı. Kadın da onu son defa, veda etmek için öpecekmiş gibi gözlerini kapatıp sevgiyle uzandı. O anda adam, acıyla kıvranarak yere yığıldı. Vücuduna adeta gömülmüş, ahşap sapı çaresizce tutmaya çalışıyordu. Birden kocaman gövdesi olduğu yere yığıldı. Tozlu zemin, çok şaşırtıcı bir süratle, yayılan kanla doluyordu. İri ve güzel gözleri açık, şaşkınlıkla kadına bakıyordu. Dudakları kıpırdıyor ama sesi çıkmıyordu. Kadın bir süre onu izledi ve ağır adımlarla adamın etrafından dolanıp hızla büyüyen kan gölüne basmadan dışarı çıktı. Bir an durdu, derin bir nefes aldı, sonra ağır ağır yürüyerekuzaklaştı.
Şimdi bu güzel sonbahar gününde, yolun sonunda bir bankta, yanında sevdiği adama veremediği kitabı ile sakince oturuyordu. Her şey sanki çok ama çok uzakta idi. Tıpkı o ada gibi. Elleri üşümeye başlamıştı. Eldivenlerini nerede unuttuğunu hatırlayamadı.
Hava birden karardı, yağmurun büyüleyici kokusu etrafı sardı. Rüzgârın keyifli telaşı ile uçuşan yapraklar, ıslandıkça adeta rahatlayıp sessizce toprağı kucaklamaya ve dinlenmeye başladılar. Bütün doğa, bir anda dingin bir sessizliğe gömülmüş gibiydi.
Kitabı koyduğu yerde bıraktı. Hemen önünden el ele tutuşmuş iki genç gülüşerek ve hızla geçtiler.
Yavaşça doğruldu, çıplak ve üşümüş elleri ile mantosunun yakalarını kaldırdı. Trafiğin hızla aktığı en yakın caddeye doğru yürüdü.
Çöp sepetindeki eldiven, kanını yağmurla temizlediğine sevinerek diğer tekine doğru sokulmuştu.
Kışın karanlık ve soğuk yüzü çevreyi acımasızca kaplamıştı.