“Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” ibaresinin aslında kadınları arka sıralara iten eril bir ifade olduğunu kanıtlayan ve aslında her başarılı kadının önünde buna benzer eril düşüncelerin asıl engel olduğunun kabul edilmesi gerektiğini anlatan bir film….
Filmin ortalarına doğru bir sahne. Kitap okuma etkinliğinde kitabını tanıtan bir yazar ile ona hayranlığını dile getiren ve yazar olma hayali kuran genç bir üniversite öğrencisinin tanışma anını ve sonrasında gelişen sohbeti izliyoruz. Her ikisi de kadın. Yazar, sert bir gerçekle yüzleştirmek istiyor hayranını ancak genç kadın daha sert bir cevapla karşılık veriyor ona. Bu iki kadının kısa süren karşılıklı konuşma sahnesinin sessizlikle sonlanmasından sonraki kısmı kaçırmışım. Film devam ederken ben o sahnenin iki güçlü repliğinde takılı kaldım.
Yazar olmak isteyen genç kadın “Yazar, yazmak zorundadır…” diyordu. Çünkü âşık olduğu profesöründen bunu duymuştu. Bizler de hep duymuyor muyuz bunu? “Yazın. Dilediğinizce yazın. Kendiniz için yazın…” demiyor mu yaratıcı yazarlık atölyelerini yapanlar. Ama yazdıktan sonrasını düşünmeden de olmuyormuş, bunu anlıyoruz genç kadını cevaplayan yazarın gözlerinden ve “Yazar, okunmak zorundadır.” sözlerinden. Evet, okunmayan kitapları yazanların aslında “Yazar” olmadığını anlatmak istercesine kuruyor bu cümlesini belki ancak filmin sonunda anlıyoruz ki kitabı olanların da “Yazar” olmama potansiyeli olduğu kadar hiçbir kitabın üzerinde adı yazmasa da “Yazar” olanlar var… Yazarlığın yazmakla ilgili bir durum olmadığını; yaratmakla, daha doğrusu var etmekle ilgili bir eylem olduğunu anlıyoruz. Anlamalıyız…
Nobel Edebiyat Ödülü alacak olan kocasıyla birlikte Stockholm'e giden bir kadının, hayatıyla ilgili yaptığı seçimlerini sorgulayışını izlediğimiz dramatik bir filmden bahsedeceğim bu hafta sizlere. “The Wife”… Yönetmen koltuğunda İsveçli Björn Runge’ın oturduğu 2017 yapımı filmin senaryosu, Jane Anderson tarafından Meg Wolitzer'in “The Wife: A Novel” adlı romanından sinemaya uyarlanmış. Oyuncu kadrosunda Nobel Adayının Karısı Joan Castleman rolüyle Glenn Close’un muhteşem performansını izlediğimiz filmde olaylar, dört ana karakterin etrafında dönüyor. Joe Castleman rolünde Jonathan Pryce ve oğul David Castleman olarak Max Irons’a eşlik eden ve bir de biyografi yazarını canlandıran Nathaniel Bone rolüyle Christian Slater’ı izliyoruz. Filmde farklı bir teknik kullanan yönetmen, bu dört ana karakterin suratına odaklıyor bizi. Ve özellikle Joan Castleman rolündeki Glenn Close’un hüzünlü yüzündeki anlamsız öfke, Nobel Ödünü kazanan yazar rolündeki Jonathan Pryce’ın zeki fakat huysuz ihtiyar rolü daha filmin başında bize bir şeylerin ters gittiğinin ipuçlarını veriyor. Çiftimiz, mutsuz oğulları ve bu ailenin peşine düşmüş olan hırslı ve çıkarcı biyografi yazarı filmimizin ana karakterleri…
Film aslında bir cinayet ya da intikam filmi niteliğinde ancak ortada ne kan ne katil ne de ceset var. Yine de filme ölüm havası hâkim. Bir kadının hayallerinin ölümüne şahitlik eden aynı kadının gücünü ve sabrını görüyoruz; o kadının derin bakan, buğulu gözlerinde… <br> Film, ileri yaşta bir çiftin sevişme sahnesi ile başlıyor. Daha ilk dakikada seyirciyi böylesi bir sahne ile yakalamak her ne kadar sinemanın klişe giriş sahnelerinden biri de olsa mutlaka hikâyede bir anlamı olmalıdır diye düşünüyorsunuz. Çiftimiz Amerika’da yaşıyor ve gece yarısı Stokholm’den gelen telefonla asıl hikâyelerini izlemeye başlıyoruz. Joe Castleman, gelen bu telefonla Nobel’i kazandığını öğrendiğinde “Biz bu sakalı boşuna ağartmadık” diyerek başarıyı tek başına kazanmış havası yaratsa da daha sonra karısıyla yatağın üzerinde çocuk misali zıplayarak ortak bir başarının sevinci sinyalini vermiş oluyor. Aslında aynı zıplayışı filmdeki geçmişe dönüş sahnelerinin birinde yeniden gördüğümüzde her iki tavrın da hikâyede bir yeri olduğunu anlıyoruz. Bir taraftan film kendi zamanında akarken, zaman zaman bizi geçmişe götüren yönetmen; çiftin gençliklerine, tanışma ve evlenme hikayelerine bir pencere aralıyor. Üniversite’de profesör olan yazarın daha önceden evli ancak uçkuruna düşkün biri olduğunu ve çiçeği burnunda bir yazar olan öğrencisi Joan ile yasak aşk yaşadıklarını, sonrasında boşanıp Joan ile evlendiğini öğreniyoruz. Ve öğreniyoruz ki aradan geçen onca yıla rağmen kart zampara yazarımız pervasızca çapkınlığa devam ediyor. Stokholm’deki ödül töreni öncesinde bir gece, kendisine tahsis edilen özel fotoğrafçısı kıza otelin restoranında kur yapmaya çalışırken bir şiir okuyor. Filmin sonuna doğru yönetmen, otel odasında kalp krizi geçiren yazarın okuduğu bu şiire bir gönderme yapıyor ve pencerenin dışında sakince yağan kara odaklanıyor.
Bir sahnede Joan kocasından, törendeki konuşmasında kendisine teşekkür etmemesini istiyor. Bunu yazarın çilekeş karısı olarak görülmek istemediğinden söylüyor. Önceleri bir şüpheymiş gibi dursa da kitabı asıl yazanın Joan olduğunu kendi yarattığı karakterlerden birini savunurken söylediği bir cümleyle yine kendisi ele veriyor. “Elbisesindeki gözyaşı lekelerini çitiliyordu” diyerek büyülü bir cümle kurarak yapıyor bunu. Ve bir de ödül gecesinde İsveç Kralı ile yan yana oturan Joan’e Kral, “Bir meşgaleniz var mı?” diye sorduğunda “Var” cevabını veriyor. “Nedir?” diye tekrar soran Kral’a Joan’in cevabı ise derin ve bir o kadar manidar oluyor. “Krallar yaratırım…”
Filmin sonunda yönetmen, eve dönüş yolundaki Joan’in yıllar sonra yaşadığı pişmanlığına rağmen merhametini çeşitli notlar alınmış defterinde ona yeni bir beyaz sayfa açtırarak bir kez daha izlettiriyor bize ve aklımızda bir sürü soru, yüreğimizde bir sürü hissiyatla bizi baş başa bırakıp ekranı karartıyor.
“The Wife” erkek egemen dünyaya ince esprilerle göndermeler yaparak, görüntüsü sıkışık ancak hikayesi derin bir film… Tavsiye ederim, mutlaka izlemelisiniz. Kadının hayattaki yerini kimlerin belirlediğiyle ilgili bir kez daha düşünmemizi sağlayacak bir film. Hatta izledikten sonra yorum bırakırsanız çok mutlu olurum. Bakalım size neler hissettirecek bu film?