2 dakika okundu
İMAJLAR GERÇEKLİK TEPKİSELLİK/Havva AĞRAL

Zizék , her türlü kültür bir bakıma, bir tepki oluşumudur diyor.

Tepkisellik, insanı bir cevaptır. Her yerde var olan çözümsüzlüklere dair cevaplar her zaman aranacaktır. Dönemler ve eldeki materyale göre değişecek olan tepkiselliğin, kişi, kurum, topluluk olarak da değişken cevaplar bulması, varoluşun bir koşuludur. Kendi varlığını muhafaza etmenin, ilerisini düşünmenin, koşullarından biri olarak da tepkiyi görebiliriz. Bazen bir eylemlilik, bazen bir karşı duruş, bir savunma hali, bazen isyan dalgası vs.

İmajlar; bir imajlar çağının ortasındayız. Gerçekliği sorgular durumdayız. Baudrillard,  imajlar çağını kendi içinde bölümlerken gelişen, dönüşen teknolojiyi de göz ardı etmemişti. Sosyal bilimler açısından bakılırsa bu durum aynı zamanda değişen, dönüşen insanlar demektir. Bugünün insanı, yine Baudrillard’ın tanımı ile gerçeklikle bağını koparmış, sakıncalı bir yol almaktadır. Psikolojide hep bir ötekine kendini gösterme durumundan daha farklı bir içkinlikle, tuhaf bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm kültürde çeşitlilik, son safhada da postmodernizm denilen boyuta değin varmıştır. Postmodernizm kültür içerik bakımından belli bir taşıyıcılık, tepkiselliği sürdüren bir taşıyıcılığı kendine atfetmeyen bir yapıdır. Anlık, tepkisellik, geleneksel eylemci yapıya aykırı düşer.

Bir simülasyonda yaşadığımız algısı nereden doğuyor? Bunu insanların gerçekliği algılamada yaşadığı, bir sorun olarak mı görmeli? Bazen hiçbir şey gerçek değilmiş gibi algılamak ne ola ki? Ya da kendi bedenimizi farklı hissetmek?

Nesnenin algılanma ve fiziksel boyutuna bakıldığında devreye nörofizyoloji giriyor. İşte tam da burada benim aklıma delarizasyon ve illüzyona açık insan beyin aygıtının, gerçeği ve nesneyi nasıl algıladığı sorusu geliyor. Çünkü stres ya da travma kaynaklı olan beyin adını verdiğimiz aygıt, tam da bu simülasyon yanılsamasını yaşayabiliyor. Bu travmalara sebep olan şeylerin başında, internette geçirdiğimiz zaman, boyun fıtıkları, uyku problemleri vs düşünebiliriz. Matriks ‘in konusunun biraz da, beyin aygıtının, arızasından kaynaklı olma ihtimalini düşünüyorum. İllüzyona açık olan beyin yapısı, daha önce de, metafizik ihtimalini düşündü. Bunun yanına uyarıcı maddeleri de ekleyebiliriz. Beyin toplumsal olarak da illüzyona açık olabiliyor. Bazı ilginç gerçeklikleri burada belirtirsek, Kızılderililer ve Şaman büyüleri, toplumsal illüzyona açık insan beyninin, ortaklaşa düş görme ihtimalini de kanıtlar görünüyor. Otaklaşa görülen fizikötesi olaylar görgü tanığı gerçeğini de şaibeli hale getiriyor. Şaman öğretisi; epilepsi krizlerine bir ruh beden ayrılışı adını koyarken, İslam inancı, cezbe hali olarak da tanımlarken, topluluk olarak benzer bir illüzyona kapılıyorlardı. Bu insancın bir türevi de paganizm de yatıyor. Hatta bugünün fizikötesi filmleri, bu arketiplerin üstüne kurgulanıyor.

Beyin aygıtına farklı illüzyonlar yaşatan farklı nedensellikler var. İsomania hastaları, gün içinde gözleri açık rüyalar görebiliyorlar. Şizofren, paranoya ,travmalar, anksiyetenin yol açtığı uyku halüsinasyonları , dokunma, işitsel, tat, koku, görsel fizik ötesi algılar yine beyin aygıtının yanıldığı yerlerdir. Bir şizofren hastasının, karşısında biri konuşuyor sanrısı esnasında, çekilen MR da, kişinin, beyninin konuşma merkezinin aktif olduğu gözlenmiştir. Böylesi gözlemleri defalarca yapmak da mümkündür. Biraz daha açmanın faydalı olacağını düşünerek, gerçeklik algısını kaybetmeye başladığımızda, baş dönmesi, her şeyin uzaklaştığı, yerin altınızdan kaydığı vs duygular deparsonalizasyon duygusu yaratmaktadır. Dün metafizik ve fizikötesini konuşanlar, bugün simülasyonları konuşuyor olabilir mi? Büyük olasılıkla böyle görünüyor.

Bir de gerçeğin ara yüzünde olduğumuz üzerine bir söylem var. Ve en doğrusu gerçekliğe dair yığınla manipülasyon söz konusudur.

Badrillard, gerçeklik ve simülasyon algılar üzerine pek çok şey söyledi. Bunlardan bir kaçını da buraya taşımak istiyorum. Televizyon gerçeğin simüle edildiği yer olarak, el attığı pek çok şeyi kuruttu. İçini, muhteviyatını boşalttı. Oturup "Holokoust" belgeselini izlerken, araya cips reklamı ve akşamki filmin fragmanını sokuşturduğunda, demincek izlediğiniz acının ağırlığı da uçup gidivermiş oluyordu. Stanley Kubrick ‘in "Barry London" isimli  filmi, bir savaşı simüle ederek gerçeği, hem gerçeğe yaklaştırmış, hem de simüle etmiştir.Filmde  özel mercek ve ışıklar kullandığı söylenir. Tarih ölmüştür der Baudrillard. Tarihi televizyonda izlemek, bir kurguda izlemek tarih bilgisinin sadece görünür tarafını göstermekten daha fazlası değildir. Hatta televizyon için, gerçeğin kıyma makinesi benzetmesini kullanmıştır. Benzer örnekler, Körfez Savaşı'nın, salt yanıp sönen ışıkları, dijital görüntüler, sanki bir bilgisayar oyunu içinde kalmak gibiydi. Ancak gün ağarınca ne tür yıkımlar olduğunu belki de hiç göremediniz.

Gerçekliğe dair manipülâsyonlardan biri de hipergeRçeklik denilen gerçeğin, yakın plan hali, hatta kurgusudur. Bir kurşunun giriş anı resmen gösterilir. CSI dedikleri seri filmlerde, insanların aldıkları darbelerle boyunlarının kırılma anı gösterilir. Ancak bunun da tıbbi bir gerçekliği mümkün değildir. Yani aynı darbenin, her insanda aynı sonucu doğuracağı kesin değildir. CSI diziler halk tarafından kanıtların hızlıca sona ermesi beklentisini doğurmuş. Bu da ilginç bir veri. Ağır yaşamlar adında ki reality filmler, yine bu hipergerçeklik kurguna çok yakındır. İnsanların algısında değişik sonuçlar yaratan kısa hayat öyküleridir. Sizlerin yarım saatte izleyip bitirdiği, zayıflama görseli; şişman insan için aylarca açlık ve acılar içinde spor yapması gerçeğini kırpar. Her şeyi çok kolay gösteren bu simüle ortam, insan algısında dehşet sonuçlara da yol açabilir. Mafya, çete, suç çok kolaya indirgeniyor. Cinayetler bir o kadar basite. Suç oranı; televizyona ve sanal ortama maruz kalan, yaşam tecrübesi az insanlara sirayeti anlamında katlanarak çoğalmaktadır. Bunun daha bir uç noktası, televizyon dizileri ile gerçeğin iç içe geçtiği yerlerin icadıdır. Simpson ailesi, Amerika da gelişecek durumlara, veri hazırlıyor. Ülkemizde farklı bir şekilde bunu da ortaya koymaya uğraşan bazı aygıt alanlar var. Kurtlar Vadisi dizisi, hem ülke geçmişinin derin devlet ilişki ağını ifşa ediyor, hem de olabilirliklerin verilerini ortaya saçıyor. Bu şekilde, diziler ve gerçeklik iç içe geçiyor. CSI dizilerinde kamuoyu da dizilere müdahil oluyor. Böylelikle gerçek olaylar ve diziler de birbirinin içine giriyor.

Sanal dünyanın bir başka olumsuz yanı, kontrol toplumu oluşturabilmek adına, herkesin birbirini izlediği, sosyal paylaşım alanları, görülüyor. Yaşama biçimleri, tüketim alışkanları, hem izleniyor, hem yönlendiriliyor. Yapılan araştırmalar, toplumun, kontrol toplumu olmaktan da çıktığını tasavvur ediyor. Performans toplumu denilmekte buna. Ancak işin aslı depresyon toplumu, yorgunluk toplumu olmak. Sebebi de şu; pek çok veri akışı, insan zihnini bir yerden sonra tokside etmeye başlıyor. Yani aşırı veri, yeni bir cehalet kapısı gibi oluyor. Maruz kalınan mavi ışık, hareketsizlik ona keza depresyona sebep oluyor. Yaratılmak istenen performans toplumu yerine edilgen, kararsız, mutlu bir öbek oluşturmaktadır.

Bir dördüncü simülatif evreye örnek, Irak Savaşı'ndaki esirlere yapılan işkence ve aşağılamaların görüntüsünü sunuyor. Burada sadece işkence yok. Bir savaş stratejisi olarak, aşağılama, şiddettin pornografisi sunulmaktadır. Savaş, simülasyonun içine bu şekilde sokuluyor. Hakikatleri, görsele ve imaja dönüştürürken , her şey imaj olurken, imaj kayboluyor. Bu hiper gerçeğin üstünde, ultra bir gerçekliktir. İmajların eski, gizemli, görünür kısmı ile doğacak tepkisellik ortadan kayboluyor.

Üç boyutlu resim tekinkileri içinde, gerçekçilik duygusuna saldıran bir yapı olduğu söylenmektedir. Gerçek olana meydan okuyan bir simülasyon. 

Metaverse, Baudrillard’ın değindiği bir alan değildi. Ancak yenice duyuyor olsa da 1992 yılında ilk olarak Neal Stephenson ‘un romanında, "Snow Crash" isimli romanında dile gelmiştir. Simülayonun üzerine bir simülasyonun katlanışı, dolayısıyla, insanlık, özne olmak adına, bir kırılma sürecinden daha geçiyor olabilir. Baudrillard’ın nesnellikten yoksun, tözden yoksun,bomboş bilinç, uçucu madde özne tanımı ve evresine ermenin son safhası mıdır?

Tarih yoktur, tarih simülasyonu vardır. Açlık yoktur açlık simülasyonu vardır. Açlık oyunları vardır. Sınıf siyaseti, bilince çıkarıldığı andan itibaren, temsil ettiği sınıfsal mücadele ortadan  kaybolmuştur. Baudrillard’ın tanımlarına ve açıklamalarına göre, paradoksal biçimde, ortadan kayboldukça da var olunacaktır. Çünkü bu sanal ortamların, teknolojilerin içinde olmadıkça, dışında da var olmadığımızı, tüm bunlara eleştirel bir mesafe koymanın mümkün olmayacağını söylüyor. Atık dünya simülasyondan ibarettir demektedir buna ek olarak.

Gerçeklik ve üzerindeki yığınla manipüle katlanış, artı söylemler post-truth katlanışlar, gerçekliği amorf bir hale getiriyor. Bundan kaçamıyoruz. Ancak bazı parantezler açmak yine de mümkündür. Baudrillard’ın simülasyon evreleri, öyle keskin uçlarla ayrılmıyor. Bu anlamda, henüz öznenin kapsanmadığı, gerçeğin uçucu çarpıcı, sanatın, öznel ağırlığını koruduğu alanlar mümkün değil midir? Bir de sosyal medya kullanıcısı insan modeline bakalım. Psikiyatr Agah Aydın karanlıkta bir ses benzetmesi yapıyor. Karanlıkta kaybolan sesler mi bu durum paylaşımları? Yoksa bir ağırlığı var mı? Yer yer kamuoyu baskısı yarattığı bir gerçek. Şimdi medya kullanıcının genel bir tanımını yapmak yerine şunları söylemek istiyorum. Çoğunlukla insanlar, tanımadıkları insanlarla konuşuyor, başkalarının hayatlarına bakıyor. Bu da kendi gerçekliği ile barışık olmayan genel bir tablo oluşturuyor. Bu da simülasyon evrelerinin ilerlemesini kolaylaştıran bir alan bulma imkanı sağlıyor. Ancak şunu da eklemeliyim. Yaşamları değiştiren, algı ve tercihleri değiştirebilen bir medya alanı da görüyoruz. Fizikötesi düşünen kesimin felsefeye kayması, siyasi düşünen kişinin, sanata kayması gibi değişik eğilimlerin arttığı bir alan. Bu anlamda iyileştirici tarafı da mümkün. Sosyal medya aracılığı ile bazı kitapların popülerliği arttı. Karanlıkta ses olmak da bir tepkiselliktir.

Bir başka çözüm yolu gibi gördüğüm fikrimi de paylaşmak istiyorum. Yapay zekayı sonunda yok eden insanları anlatan Dune evreni. Farklı bir teknoloji geliştirip, simülasyon evrelerini kısmen devre dışı bırakıyorlardı. O filmde simülasyon olarak gördüğümüz birkaç anlık sekans yok değil. Ancak yapay zekadan arınma yoluna gidilmiştir. Simülasyon sadece hologram bir öğretici olarak görülmektedir. Orada yine işaretleri, arketipleri, inançları, fizikötesi açılmış parantezleri, kurtarıcı bekleyenleri ve yazıyı görüyoruz. Yapay zeka yerine mentatlar vardı. Orada canlılığı sağlayan şey petrol değil, baharattı. Farazi olduğunu bildiğimiz bu evren bize bir ip ucu vermeli. Dizayn ettiğimiz hayatı yaşamak, en büyük gerçeğimiz olacaktır.