Her şeyden bir avuç vardı. Avucumu araladım ve içine baktım. Şimdi dedim kendi kendime “Her şeyden bu kadar mı?” diye.
Yağmalayan sorular üşüşüyordu, bir çıkış yolu arayan zihnime. Çıkmaz sokaklara saplananların geri dönüşü yoktu. Diğerleri ise bir labirentin içindeymişcesine dönüp duruyordu. “Biraz biraz” diye söylenmiştim ya kendime! Sağım solum bir avuçtan ibaret olan her şeyle sarmalanmıştı doğumdan ölüme.Bir avuç insanlarla kaplıydı süregelen hikayemiz.
Oyuncular zaman zaman yer değiştiriyordu, bir avuç insandan biri gelip biri gidiyordu. Çok geniş düşlerdik oysa ki yaşantımızı. Tarif edemezdik anlatırken içine sığdırdıklarımızı. Aslında dar bir alanda kısa paslaşmalarla ayakta kalıyorduk, adına çok seslilik diyorduk.
Severdik hep bir ağızdan olan konuşmaları, konar göçer ruhumuzun limitsiz aşımını. Durup düşünmek yeterli gelmiyordu bir avuç hesaplaşmalarımıza. Burun kıvırıyorduk insanoğlunun var olan yalnızlığına. Bir an abluka altına alınmış gibi hissettim kendimi.
Avuçlarım önden önden gidiyordu ve “Al işte bu kadar.” diye kendini gösteriyordu. Yüzümü avuçladım sağ elimle. İçine sığdı bir kerede. Yüzüm bile bir avuçtu. Sadece bir avuç...
O gece boş bir kağıda sol elimi koydum. Her bir parmağımın kıvrımında kalemimi gezdirdim. Kaç tur attım bilmiyordum, bastıra bastıra çiziyordum. Saatler geçti o şekilde.
Dolabın üstünden beyaz zarfı aldım ve elimi çizdiğim kağıdı ikiye katlayıp zarfın içine koydum, ağzını da kapattım.Zarfın ortasına “Sacit’e” yazdım büyük harflerle, üstünden geçe geçe...
Postaneye gitmeden önce bir zamanlar ülkesine son mesajımı veriyor gibiydim. “Her şeyden bir avuç işte”...