Odadaki karmaşa bir an boğucu geldi ona. Sanatçı tayfasının bir yanı da istifçiliği diye geçirdi zihninden. Hararetli bir konuşmanın ortasında zihnindeki sorular loş, gün ışığının yarım yamalak girdiği odanın içinde geziniyordu.Sağdan soldan estarabim halleri olsa gerek dedi içinden. Millet bu meredi pof pof mahalle bitirimleri gibi içiyor ya, sahiden katlanamıyorum, diye söylendi Elçin. Amerika’dan yeni gelmiş kız. Teksas’ın bizim kırsallara benzediğini anlatıyordu habire. “Yılankavi yollardan geçip çölü arkanda bırakıp kıç kadar kasabaya ulaşınca günlerce kendime gelemiyorum valla. Herifçioğulları şu yeni model muhafazakarlardan üstelik. Bu Amerikalılar kesinlikle beyin yoksunu.” diye ekledi aşı karşıtlarından söz ederken. Hangi ara sohbet oraya gelmişti ki. Yazılım, grafik ve tasarım işlerinden bir ara “Bunlar gitmez abi”ye geçmişlerdi. Eren’in zihninden bir simülasyonda olup olmadığı geçiverdi bir an. Belki de farklı simülasyonları aynı anda aşıyoruz, solucan deliği, büyük patlama ve bir yığın bilimsel fasa fiso geçti aklından.
Gerçeklik nedir diye bir felsefi tartışmaya girişilmişti şimdiden. Ya gerçeklik yoksa, ya biz aslında yanılsamaysak, ah şu paradokslar, şu iki kedi de illüzyondu o halde. Ah bu mahallenin sanatçı tayfası yine her bahisteki uzmanlıklarıyla karşısındaydı şimdi. Sanırım Ufuk grafik tasarımcı, web tasarım derken zaten işin zanaatine dalmış, para kazanayım diye sanat aleminin ulvi değerlerini hiçe saymışlardan. Arada Ali’nin sahaf, eskici bozması dükkanından bir şeyler alıp evde istiflemeye de meraklı. Elçin’in gözlerinde evdeki köhneliğe dair aymazlık halini fark etti tüm bunları düşünürken. “Ülkeye dönesim yok valla. Baksana soyup soğana çeviriyorlar hepimizi. Dinbazlar en büyük hırsız çıktı anlayacağınız. Valla Teksas’taki o beyinsizler de çok farklı değil hani.” diye giriyor söze. Sahi hangimizle derin bir sohbete dalmıştı ki o sırada. Sırayı kaçırıyor o da arada.
"Bunlar gitmez abi.” diyen Ufuk, kamburlaşmış haliyle cep telefonuna daldı çoktan, gözlerinin kimseyle kesişmediğini fark etti bu çocuğun. Bakışlarını kaçırıyordu besbelli. Bir maraz var bu oğlanda anlaşılan. Hepimizde olduğu gibi… Bu gezegenin evrenin tımarhanesi olma olasılığından söz ediyorlardı şimdi de. “Bu ülkeden kaçmalı, seçimi meçimi beklememek lazım.” diye ekledi Eren de. Simülasyondan ülke meselelerine geçilmişti anlaşılan. Kahve içer misiniz, açlık haliniz nedir, sordu Elçin bir an. Midemiz kazınıyor muydu sahiden. Sağdan soldan estarabimin yoğun açlık tezahürleri, bu da bir başka simülasyon olsa gerek diye geçirdi içinden. Hani ne de çok paradoksları. Antikacı dükkanına benziyor oda. Her yerde birbiriyle ilgisiz bir yığın eşya. Bu dokuma kurt resmine ne demeli. Karşısında kır güzellemesi eğreti bir tablo. Hepimiz tımarhanedeyiz sonuçta. Burası da tımarhanenin antikacısı. Yoldan her gün geçen çekçekli arabasıyla kafa siken o eskiciden aldığını söylüyor sohbet arasında. “Şu süslü avize de tam babaanne işi, baksanıza püsküllerine. “ İstifçiliğiyle gururlanan Ufuk, sigarasından bir fırt daha alıyor. İyice dumanlı bir kafayla, yarım yamalak cümlelerle aforizmaları sıralanıyor o sırada. Eren hangi konuşmaya dahil olması gerektiğine karar veremiyor bir an. Pencereden gelen esinti püfür usulca dokunuyor suratına. Daha demin boncuk boncuk döktüğü teri düşündü. Oldum olası terlerdi zaten, doktora gittiğinde benim şu sorunlu bünyemin bir de ter vukuatı var diye alaycı söylenince aile hekimliğinin biraz da ahbaplık gerektirdiği fikrinde olan aile hekimi, abartma valla, kendinde hastalık icat etme, demişti. Sıcakta, hele de pastırma sıcağında her babayiğit terlerdi sonuçta. Bitişik nizam Kadıköy apartmanlarının kasveti ve karanlığı boğucu ve yorucu geldi yine Eren’e.
Müzik olsaydı hani diye söylendi Okan o an. Sözlü falan değil, biraz chill modunda, elektronik bir şeyler… Ev sahibi Ufuk hemen davranıp bilgisayardan Spotify listesini açmaya niyetlendi. Işıkları da mı açsak. Yok yok odanın ışığı iyi, içeri vuran güneşin yeterince bunalttığını fark edince kalkmaya niyetlenip penceredeki esintiye yakın olmak istemişti Elçin de. Sigaranın dumanını pencere dışına üfleyip derin bir düşünceye daldı o sırada. “Valla Teksas’ta sigortan yoksa boku yedin. Zaten hemen yüklü hastane faturasını çıkarıyorlar acile bile gitsen.” Ülkenin ahvalinden Amerikan sağlık sistemine atlamıştı kız bu sefer de. Ufuk elinde seramik şarap bardaklarıyla girdi odaya. Hala Yunanistan’da bunlarla veriyorlar şarabı tavernalarda diyerek kadehi kavrayan Elçin konuşmaması gerekiyormuşçasına sessizleşmeyi yeğledi. Gözleri telefon ekranında gezinirken Ufuk, illüstrasyon programının maharetlerinden söz ediyordu. Odadaki herkesin yüzündeki ifade şarabın asitli ve tatlı halinin ortak bir kabulden geçmiş olduğunun ispatıydı sanki. Açlıktan söz ediliyordu o sırada, pizza mı istesek diye seslendi Elçin. Bu sefer sohbet etli mi, vejetaryen mı olsa tartışmasına dönecekti. Ufuk, abi ben Almanya’ya gideceğim bu gidişle, zaten freelance çalışıyorum. Yarım yamalak Almancamla yaşarım belki Berlin’de diye Ali’ye yüklendi o an. Ali, yurtdışında da göçmen muamelesi katlanılır gibi değil diye itiraz ediyordu oğlana. Ali de Ufuk da vejetaryen pizzada karar kıldılar münakaşanın ortasında. Okan, bu memlekette gerçekliğimiz yoksa Almanya’da mı olacak diye düşündü onları izlerken. Saatte baktığında sekizi geçtiğini fark etti. İki saattir karanlığa teslim odada gölgeler halinde konuşuyorlardı demek ki.
Karşı çatılardaki martılar yine keyif yapıyor. Odadakiler çatıdaki martıların midelerinden çıkan o koca gurultuyu anlamlandırma uğraşındayken Okan’ın koca gagalı olanın sohbetine odaklandığını fark etmemişti hiçbiri. Dumanaltı oldu iyice diye söylendi Elçin. “Belki şu çığırtkanların gerçekliğinde biz haylice komiğiz.” diye ekledi o sırada.
Gagası sivri, gürbüz martı yanındaki martıyla dertleşiyordu o sırada. Gün batmak üzere. “Şu şehirdekiler var ya, aslında travmalarını halledememiş ergenler gibiler. Bakma yüzleşemiyorlar kendileriyle, çok akıllı olduklarını zannetseler de ağlak halde olanı biteni kabul ediyorlar. Yaşadıkları muhitin içine etmelerinden anlamıyor musun?” Saf saf sordu daha ufak olanı bu bilge martıya: “İnsanoğlu acayip varlıklar değil mi. Başlarına kendi icatları bela, cinnet, kriz getirip her ne boksa sonra topluca ağlaşıyorlar?”
Tuhaflıklar üzerine derin bir sorgulamaya girişmişti bilge martı bu sefer de. “Coğrafya kaderdir deyip kıçlarını yayıyorlar sonuçta.” diye izlemeyi sürdürdü odadakileri. Okan’la göz göze geldiklerinde kendi lisanını anlayan birini görmenin tedirginliğini yaşadı. Sonuçta açık etmişti düşüncelerini. “Kolektif aptallıklarına mahkum ediyorlar bizi anlayacağın. Bunlarla ortak yıldız tozundan gelmemiz ne acayip. Keşke dinazor atalarımızın soyu tükenmesiydi de…” Yadırgayan, öfkeli bir sesle havaya çığlığını bıraktı o sırada.
Elçin zihnindeki savuşturmak istercesine çatıdaki martı kolonisi üzerine konuşmaya başladı bu sefer: “Şu ufak olana baksana nasıl da kurum kurum kurulmuş kiremitlerin üstünde, flört ediyor şu iki martıyla. Gün batımında hepsi de coştu, çığırtkan hayvanlar…”
“İyi içmişiz. İki saat nasıl geçivermiş. Bir ara karşı apartmanın çatısındaki iki martının insanlık adına aforizmalarını dinliyordum odadayken. Biz insanları acımasızca yargılıyor bilge olanı hele de.“ diye seslendi Eren’e. Kıza martıların entelektüel çıkarımları hayli ilginç gelmişti. Nihayet esiyor dedi ardından. Gün battı çoktan, kıpkızıl ufuk. O da apartmanların arkasına gizlenmiş. Caddenin kalabalığından sıyrılıp sokağa saptıklarında ikisinin de zihninde travmalarını aşamamış insanlığın martı milleti tarafından nasıl da yargılandığı canlandı. Evden çıkarken Ufuk’un inatla bu memleket düzelmez abi dediğini hatırlıyorsun değil mi diye çıkıştı Okan’a. Neyse biz kendi çatılarımızla ilgilenelim diye ekledi ardından.