“Biz ölüler bu uğursuz topraklarda bu sona bir şekilde razı olduk.
Son nefesimizi verip vermediğimizden emin değildik halbuki
Pusuda bekleyen birileri var sanki orada. Tekinsiz bir hal bu.”
Ulumaya başlayan kurtlar kıpkızıl vadinin üstündeki leşçilere kızıyor o sırada. Avlarına ortak olmaları katlanılır gibi değil.
Karşı kıyı tüm kasvetiyle önlerinde şimdi. Sisler içinde, yeşilin bin bir tonu. İnsanın ulaşamadığı bir yabanıllık hali çökmüş kıyıya. Onların yıllardır yaşadığı kara parçasının çorak, ot bitmez haline ileniyordu her biri. Bilinmez geliyor karşısı. Suyun yatağından delice akan ırmak çağlayarak, öfkeyle ulaşıyor buralara. Köprü yok, ulaşmanın zorluğu da bundan. Bo, bilinmezleri severdi aslında. Kara parçası Dora’ya yerleştiklerinden beri gidecek bir kıyı, liman, kasaba kalmamıştı artık. Bir hastalık gibi yayıldı kuraklık. Toprak çürüyor iyiden iyiye. Kalabalığın çaresiz bekleyişinin arkasında bu çorak topraklara öfkeleri var besbelli. Hayal meyal hatırlıyor Dora’ya yerleştikleri günleri. Toprağı işlemeyi öğreneceklerdi, yeryüzü inatçı, toprak bereketsizdi halbuki. Bağdaş ayağını değiştirirken tüttürmeye devam etti. Ovaya öldürücü sıcaklar indi çoktan. Güneşten gözleri iyiden iyiye kısılmıştı. Kör gibi kıyıya doğru yürüdü, her adımında tökezlediğini hissetti. Bu topraklar iyi gelmedi bize, oldum olası insan insanın düşmanıydı zaten. Kıyımda ustalaştılar yüzyıllar geçtikçe. Babası, dedesi, dedesinin dedesi ellerinde baltalarla savaş kahramanı olarak yer etti zihninde. Büyük kahramanlık öyküleri yazdılar arkalarından. Şimdi cılız, bir deri bir kemik, kapana kısılmış her biri. Topraktan bitmeyen her tohum onları ölüme daha yakın kılar oldu. Kadınlar doğurmuyor ne zamandır. Sisler içindeki karşı kıyı insan azmanı ağaçlarla çağırıyor onları besbelli. Söylenceler Dora’nın da bereketli topraklar olduğunu söylüyordu. Onlar inatla toprağı işlediler yıllarca. Evler kurdular, bir kat yetmez yetmez deyip üstüne bir kat daha… Bo, bağdaş kurmuş düşünüyor, çorak toprakların vebali onların bereketsizliğinde. Bir halkın beti bereketi yoksa sürekli göçe mahkûm olurmuş, adlarını yineledikleri kadim tanrılar da istemiyor onları artık.
Nasırlı elleriyle toprağı kazmaya yeltendi o an. Derinlerdeki suya ulaşmak istercesine kupkuru toprağı eşeledikçe incecik bir toz dağıldı çevresine.
“Ve dünya altı günde yaratıldı. Önce gökyüzü ve yer, sonra güneş ve yıldızlar. Sular toplandı ilkin. Vadiler ve ovalar çevresinde. Canlılar geldi arkasından. Tanrılar hüküm verdi. Dora sizindir. Hüküm…”
Söylence böyle diyor. Şaman habire mırıldanır oldu yaratılış öyküsünü. Gök kubbe krallığının altında hepimize yer vardı. Su tükendi, toprak paramparça oldu kurumaktan. Bu yeni tufanın habercisiydi belki. Issızca söyledi son cümlelerini.
Toprağa lanet dadandı, boy veren her filiz soluverdi, yaprağından oluverdi tez zamanda. Bugüne dek kimse karşıya geçmeye cesaret edemedi. Ca, Bo’nun umuduna akıl erdiremiyor, puslu bir kıyı var sadece ona göre. Yolculuk ürkütücü oldum olası, suyun öfkesine bırakılır gibi değil de cılız gövdeleri. Nehrin yatağı neresi; kimse bilmiyor, kestiremiyor. Kıyamet, o büyük kuraklık söylencede yazılı zaten. Varsalar da kıyameti peşlerinde taşıyacaklar muhakkak. Şaman da korkuyla, kesik kesik nefes alarak anlattı tüm gece öyküyü. Gözleri büyüyüp ışıklandı ateşin yalazında o kıssayı anlatırken. Bir iki titredi ilkin, titremeleri arttıkça korku gözbebeklerinde birikti. Öte kıyı bereketini esirgememiş. Ya bizsek toprağı dölsüz bırakacak olan. Karşıda birileri varsa başka söylenceleri var muhakkak, besbelli başka tanrıları, başka silahları…
İnsanın özünde zırdelilik var. Öfkeli nehirden geçmek de nereden çıkmıştı. Kim başarmıştı ki ölümcül suyun kıyısından öteye ulaşmayı. Bo, bağdaş ayağını değiştirdi yine. Şamanın dingin bekleyişini içten içe kıskandı o an. Hep celallenmeye hazır tabiatına içerledi. Akşam serinliğiyle çöktü ovaya. Kuşluk vakti belki de yola çıkacaklar. Korkularını yenerlerse eğer…
Birinci cemre düştü.
Toprak bereketsizleştikçe ölümler galebe çaldı yıllar sonra. Kan döküldü toprağa, hem de oluk oluk. Kurdukları o şehirler de yıkıldı habire. Domino taşları gibi birer birer hem de.
Kıyım yüzyıllarca sürdü. Bo, babasının pislik bir çatalağızın kıyıcığında, çürüyen yığıntılar arasında bataklık servilerini, çamurun içinden sazlığı içi acıyarak izlediği birkaç yıl öncesini hatırladı. Babasının ölmeden önceki o çaresizliğine nasıl da öfkelenmişti o gün. Açlıktan öldü babam diye geçirdi aklından. Şaman bağrı geniş ırmaklar ölü balıklarla bir labirent gibi topraklarından geçişini uğursuzluk saymıştı zaten. Toprağı kurutuyor bu lanet demişti. Yeryüzü bitkin düştü, biz de… Bo karşı kıyının bu canlı, diri halini anlayamıyordu bir türlü. Söylevleri ölümü anlatıyordu şamanın. Dobraca söylemiyor hiçbir şeyi bir süredir. Kerli ferli adamları açlıkla terbiye ediyor hayat diye düşünüyor Sahibiyiz sandığımız toprak bize düşman artık. Tutamak artık karşı kıyı. Tekinsiz diye söyleniyor şaman. İçine konuşuyor sanki. Sözünü kıymeti kalmamışçasına ölgün dinliyor birkaç kişi sadece onu.
Kuşların gölgesi Dora’ya uğramıyor. Uğursuz leşçiler tepelerinde. Puslu kıyıdan tekinsiz sesler ulaşıyor Bo’ya. Çığırtkan her biri. Açıktan ölmedik, açlıkla terbiye ettik bir süre sonra kendimizi. Cılız kalabalığın içinde Bo, Ca, He açlıkla sınanmış tarihlerine sövüp duruyor, karşı kıyı karşı ada… Ada mı, ana karadan kopmuş Dora’nın bir parçası mı? Hiçbiri akıl erdiremedi buna. Puslu ve tekinsiz. Kayaların üstüne kurdukları şehri terk edeli asırlar geçti sanki. Ambarlar boşaldı, solgun ve perişan adamlardı artık her biri. Göç çaresiz akıllarını çeldi. Tüm kıyamet anlatıları aşağı yukarı buna benzerdi zaten. Su, toprak bir kere yüz çevirdi mi kuraklık salgın gibi yayılırmış her köşede, tüm ölümlüler yazgılarını kabullenmeliymiş söylenceye göre.
Karşı kıyıda birileri yaşıyorsa bile başka söylenceleri var muhakkak, başka tanrıları. Henüz onlardan umudu kesmemiş tanrılar hem de. Tanrılar taraf tutuyor o halde. Uğursuz kuzgunlar uçuyor havada bu sefer. Ölümü erkenden hissederler zaten, ya da habercileri yazgıyı haber salmışlardır onlarla. Karşı kıyıda kim var, bereketli topraklar insansız değildir muhakkak. Bir yolunu bulup ulaşmalı. Bo’nun bağdaş ayağı değişince soruları artıyor habire. Deli suyu geçmek zor. Ca, Bo’nun umuduna aşık biraz da. Derme çatma çadırları beş on akılsız bir delinin peşi sıra gelip ne diye kursun ki bunca yayan yolculuk ardından. Umuda dair bir şeyler var Bo’nun zihninde. Oldum olası uysal bakışlarında umut vardı zaten bu adamın. “Hayat ağacı karşı kıyıda boy vermiş,” dedi Bo. Tüm türeyenler o ağacın içinde can buldu, unuttular sonra tarihlerini. Ağaçlar ölümle soldu, karşısı dirim o halde. Karşı kıyıdaki ağaçların içinden boy vermiş hayat, türküsünü söylüyor şimdi, çığırtkan kuşların sesleri eşlik ediyor onlara.
Oldum olası hayalciydi Bo. İnsan kılavuzunu hayalciden seçer zaten. Ca da biliyor bunu. Su varsa hayat var derdi söylenceler. Ağaçlar dallarıyla yeşilin bin bir tonunu puslanmış kıyıdan bahşediyor işte. Tepelerinde bitiveren güneşten uzak orada yaşayanlar. Gölgeler halinde hepsi şu an. Cılız gölgeler.
İkinci cemre düştü.
Kutsal incir ağacı adak suyunu yıllar önce iştahla besini kıldığında diğer ağaçlar da susuz kalmıştı. Tanrılar sadece bu ağaca yaşama hakkı vermişti sanki. Şimdi cılız hayvanlarıyla ve kendi korkak gölgeleriyle ateşe verdikleri kutsal incir ağacının uzaklarında her biri. Toprağı bereketsiz kıldı incir ağacı ve kendisi de kurudu sonunda. Karşı kıyıda başka tanrılar var muhakkak, başka adaklar sunan kalabalıklar. Ze, Sa bilinmezi bu derece merek etmelerinin hayırlı olmadığını düşünüyor çadırın önünde beklerken. Gün batmalı artık, gölgeler karanlığa karışmalı. Yarımada bereketsizliğiyle kıyamet habercisi; karşı ada, adını bilmedikleri puslu kıyı sırlarıyla bekliyor onları. Puslu adadaki her ağacın gözleri var sanki, onları izliyor geceleri.
Bu kayıkla geçmek mümkün olur mu diye düşündü birkaçı. Köşede bırakılmış kayık akıntıya ayak uydururcasına gidip geliyor. İpi ha koptu ha kopacak. Kutsal ağaç yeri ve göğü birbirine bağlardı bir zamanlar. Ölüme terk etmiş kendisini şimdi. Bir zamanlar kutsal ağaçlarımız vardı. Ölüme terk ettiğimiz ve bizi ölüme terk eden. Tüm kutsallarımız yarı yolda bıraktı bir şekilde hepimizi. Bo’nun içindeki yüzleşme yorucu geldi bir an. Şehirler yıkıldı, toprak verimsiz, hayat ruhunu yitirdi çoktan. Yapraklar yabanıl gözleriyle izliyor her birini. Davullar, defler vuruldu o sırada. Hala savaşçı geçmişlerini unutmadıklarını hatırlatan bir ritmi var sesin. Bir kayığa sığamayacak kadar çoklar. O kayığın karşıya ulaşması da muhtemel değil zaten. Do yapraklardaki gözlerden ürküyor gitgide, Ze bilinmezliği puslu yeşilliğin içinde keşfetti gözleriyle. Yorgun gözleri her birinin. Ambardan çıkan son tahıllarla yapıldı ellerindeki ekmek parçaları. Katıksız yiyecekler onları. Su varsa bereket var, hayat var. Söylenceler öyle söylüyor. Tarihi barbarlar yazardı bir zamanlar, ölümü kutsal bulan halklar. Bir zamanlar onlar da barbar paganlar diye bilindi yarı adada. Şimdi inançlar uzakta, kutsal ağaç kurudu. Su, güven vermiyor taşkınlığıyla. Cılız gövdelerini bu akıntılıyı geçemeyecek besbelli. Yeşilin bin bir tonu arasında gizlenmiş gözlerden ürküyorlar günbegün.
Üçüncü cemre düştü.
Kurbağalar yumurtlayınca anlarlardı bunu. Halk bilgeliği işte. Su, toprak, hava bereketsiz oldum olası.
Son şamanın sözü bu oldu. Bu kıyıya bu muştuyla geldiler zaten. Karşı kıyı yeni şehirler demek, bilinmez, öteki, başka tanrılar. Son şaman Yo, yeni tanrıların bildikleri her şeyi alt üst edeceğini söylemişti geçen gece, bildikleri, öğrendikleri her şey alt üst olmuştu zaten. Tepelerinde boza pişiren güneşten uzak olacaklardı en azından puslu adaya vardıklarında. Açlıktan ölen binlercesini aylar önce gömdüler, ölüler kokmasın diye alelacele toprakta yerleri oluverdi hepsinin. Sade bir törendi aslında. Sıra bize gelecek ama şimdi onları unuttuğumuz tanrılara hatırlatalım düşüncesi yerleşmişti sağ kalanlarda. Kaç kişi kaldılar ki? Bir süre sonra canlı cenazeler olmaktan öteye gitmediklerini daha iyi anlayacaklar. Çadırlar sıcağın altında kavruluyordu bu sırada. Kadınlar doğurmuyor artık, ölü doğurmanın bir kıymeti yok ki diye düşünüyor hepsi. Bilgelik ağacı da kuruyup gitti yıllar önce. Savaşçı ağaçlarımız da yok. Her ağaç bir salgın gibi birbirinin köklerindeki suyu emip kurumaya yüz tuttu zaten. Öğretiler bir işe yaramıyor. Şaman Yo, çoktan bağdaş ayağını değiştirdi, puslu kıyıdaki gözlere dair hükmü yok. Burada gebereceğiz besbelli. Kehanet hakkı benden de alındı zaten. Göz göze geldi Bo’yla o sırada. Bo, Yo’nun çaresizliğinden ürktü bir an. Denizci olsaydık en güçlü tekneleri inşa eder karşı kıyılara varırdık.
Toprağa güvendik halbuki. Şimdi bu sandal iki kişiyi ancak taşır, o da puslu adaya varabilirse. Tekinsizliğe cesurca yol almak zor. Bo, “Gidelim,” diyor, sular bizi nerelere taşısa da yaprakların gözleri ürkütse de gidelim. Canlı cenazelerimizi güneşin altında kavrulurken seyretmektense meşelerin, kayınların, dev çamların hüküm sürdüğü öteki tanrıların ülkesine gidelim. Sandal bir iki sallandı yeniden. Bir iki gölge yerleşmeyi hayal etti içine. Bo, ağır adımlarla sandalın kenarına doğru ilerlemeye başladı. Güçsüz gövdesi bir iki sendeledi. Kıça ulaştığında azgın suya baktı yeniden. Küreklere ulaşmıştı artık. Diğerleri umutla izliyorlardı onu.
Şaman karşı kıyının yeni tanrılarından ürktü iyiden iyiye. Çorak topraklar daha güvenli diye geçirdi içinden. Bilinmez korkuttu iyiden iyiye onu.
Rüzgârın uğultusunu işitti Bo, suya yaklaşan diğerleri yeni sandallar yapmayı düşledi o sırada.