4 dakika okundu
Film Soruşturmaları/Distopik Bir Anlatı Olarak Azınlık Raporu/Fatma ALTUN

Henüz suç işlenmeden suçluların yakalanmasını sağlayan bir sistem... Ve suçu önleyici bir ekip… Ekipten biri, öngörülen bir suçla itham edildiğinde ve masumiyetini kanıtlamak zorunda kaldığında, birçok şeyin de değişmesi gerekecektir.  “Minority Report”

2002 yapımı bir Steven Spielberg yapımı film sanki geleceğin teknolojisinin habercisidir…

Amerikan film endüstrisinin en güçlü, en etkili figürlerinden biri olan Spielberg, filmleriyle büyük gişe başarıları kazanmış, tüm zamanların en çok hâsılat yapan yapımlarına imza atmış bir sinema yönetmeni, aynı zamanda yapımcısı ve senaristidir. Filmlerinin neredeyse tamamının gişe başarısı elde etmiş olması, yönetmenin en büyük özelliklerinden biridir. Spielberg’in çektiği, senaristi olduğu ya da yapımcılığını üstlendiği filmlerin her biri, bir şekilde izleyicisinin aklına kazınır. En iyi bilimkurguların yanı sıra savaş, terörizm, aile ve ilişkiler, insan hakları gibi birçok farklı konuda, tüm dünyada ses getiren popüler işlere imza atan bu yönetmenin en az kendisi kadar özel bir filminden bahsetmek istiyorum, “Azınlık Raporu”… Bu film, onun en çok konuşulan işlerinden sadece bir tanesidir. Yani 2002 yılında vizyona girmiş olan bu suç, gizem, aksiyon ve bilimkurgu türündeki film, Steven Spielberg’in en iyi yapımlarından biridir de diyebiliriz…

Minority Report yani Azınlık Raporu, bilim kurgu yazarı Philip K. Dick'in kısa hikâyesinden Scott Frank ve Jon Cohen tarafından, aynı adla senaryolaştırılarak sinemaya uyarlanmıştır. Başrollerinde Tom Cruise, Colin Farrell, Samantha Morton, Kathryn Morris ve Max von Sydow gibi oyuncuların yer aldığı filmin konusu, gelecekte geçmektedir. Tom Cruise’un performansının da en iyi olduğu filmlerdendir.


Yıl 2054, yer Washington DC… Psişik güçlere sahip kahinler ile bazı teknolojik aygıtlar sayesinde cinayetler, henüz işlenmeden tespit edilmekte ve suçluları yakalanmaktadır. Bunu yapan özel biriminin başında Dedektif John vardır. Kusursuz işlediğine inandığı sistemin birdenbire tersine dönmesi ve avcı olanın artık av olacağı o gün geldiğinde John, birçok şeyi sorgulamaya da başlayacaktır.

Filmin müziklerini yapan John Williams’ın “Film Eleştirmenleri En İyi Besteci Ödülü”nü aldığı bu filmin ayrıca “Empire En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü”, “Satürn En İyi Yönetmen Ödülü” gibi ödülleri bulunmaktadır. Spielberg’in diğer filmlerinde olduğu gibi asıl başarıyı yine gişede yakalayan film, şeffaf bir geleceğin de habercisi gibidir. İnsanlığın kontrol edilişiyle ilgili korkunç ama sağlam tüyolar içerir.

Geleceğe dair birtakım öngörülerin sunulduğu filmde, bir yandan geçmiş ve gelecek arasında toplumsal ve düşünsel olarak bağ kurulmakta, öte yandan içinde yaşadığımız veya yaşanılması muhtemel olan dünya sorgulanmaktadır. İlk çağlardan günümüze değin tartışılan bir paradoks, bu film ile yaratılan kurgusal evrende yeniden gündeme getirilmektedir; Determinizm ve özgür irade…

Her olayın, maddi ya da manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu ileri süren felsefi öğreti olarak tanımlanabilen determinizm, bilindiği üzere, evrende olup biten her şeyin bir nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini savunmaktadır. Özgür irade anlayışı ise temelde iki şeyi gerektirmektedir. İlki alternatif olasılıklar, diğeriyse kişisel kontrol… Aslında bizler özgür olduğumuzda, birden çok hareket olanağına ve birden çok gelecek ihtimaline de sahip olmuş oluyoruz. Ayrıca hareketlerimizi kontrol etme ve alternatif olasılıkları yaratma şansına da sahibiz. Bu bağlamda filmde, bu iki kuram arasındaki ilişkilendirme, muhteşem bir dille işlenmiştir. Başlarda determinizm savunucusu olan filmin sonunda özgür irade kazanan olarak ilan edilir. Film boyunca aksiyon ve temponun hiç düşmediği, ironik olsa da açıklanabilir düzeyde bir değişime şahit oluruz.


Doğası gereği içinde yaşadığımız ve mutlak kabul ettiğimiz dünyayı sorgulayan bilimkurgu filmlerindeki fikirlerin çoğu hayal ürünü olmasına rağmen, kimi zaman çarpıtılmış ya da iyi işlenmemiş olsa dahi gelecek hakkında spekülatif bir şekilde düşünme eğilimlerini temsil etmektedirler. Bilimkurgu, mevcut gerçekliği başka bir zamana, başka bir mekâna taşıyarak bugünün gerçeğini verili düşünce biçimlerinin sınırlarından kurtarıp öylece algılamamıza yardım eder.

Tür olarak bilimkurgu arzularımızı, umutlarımızı, içsel gerilimleri ve korkularımızı, stresleri ve sınırları net bir şekilde tanımlamakta, sadece biçimsel olarak popüler değil, aynı zamanda meraklısınca da eğitim amaçlı olduğu iddia edilmiştir. Bu görüşe göre bilimkurgunun tür olarak bilinmeyeni hayal etmemizi sağlamakta ve bizleri geleceğe hazırlamakta olduğu iddia edilir. Ayrıca beklenmeyeni tahmin etmemiz için bizleri eğitir, günümüzden tamamen farklı olacak bir gelecekle yüzleşmemize de yardım eder. Hatta gelecekteki teknolojik gelişmeleri ve topluma etkisini öngörmemizi de sağlayarak, yaşamın düpedüz insan iradesiyle yapılandırılabileceği inancını destekler. İşte “Azınlık Raporu” da tam olarak bu çelişki üzerine inşa edilen “bilim” ve “kurgu” olarak karşımıza çıkmaktadır.

Düşünsenize… Hiç işlemediğiniz bir suçla itham ediliyorsunuz ama bu itham, bu suçu işleme ihtimalinize dayalı sağlam kanıtlarla yapılıyor. Yine de kendinizden eminsiniz ve böylesi bir suç işlemeyeceğinizi gayet net bir şekilde biliyorsunuz ancak inandığınız bir sistem de tam aksini iddia ediyor... Hadi bakalım… Bu durumda siz ne yapardınız?

Gerçi filmin tartıştığı tek konu bu değil. Yaşanan tüm teknolojik gelişmelerin asıl amacının denetim ve gözetlemeye yönelik olduğu fikrini de ortaya koymakta ve teknolojinin oldukça ilerlemiş olduğu fütüristik bir evren tasviri yapılmaktadır. Gelişmiş ülkelerin adalet sistemi, cezadan çok önleyici çözümlere dayanmaktadır ya, böylesi bir suç önleyici sistemin varlığı, kim bilir başka nelere hizmet etmeye gebedir?

Filmin gündeme getirdiği ilk soru insanın belirlenmiş bir kadere mahkûm olup olmadığı sorusudur. Ve bu soruyu destekleyen başka sorular da sorar… Sırf bu yüzden bile izlenmelidir bu film. Filme gelecek olursak; ilk sahnesinde bir kadın ve bir erkeğin birlikte olduğunu görüyoruz. Görüntüler parça parça veriliyor ve sanki başa sarıyormuş hissi yaratılıyor. Önce ekrana gelen kanlı bir makas görüntüsü var, sonra da katili görüyoruz… Bu kadın ve erkeği öldüren adam, gözlüğünü takıyor ve “Onsuz kör gibiyim” diyor. Öldürülen kadının göz bebeğine yaklaşan kamera görüntüsünden başka bir kadının göz bebeğine geçiş yapılıyor bir anda. Bu kadın, suyun içindedir ve tam da o an “Cinayet” diye bağırmaktadır. Hemen sonra bir makineden kırmızı bir top düşer, topun üzerinde kurbanların adı yazmaktadır. Ardından Tom Cruise’u görürüz. Canlandırdığı karakter, filmin kahramanı olan John Anderton olarak… Ön suç bürosuna giriş yapan John’un içeri girmesiyle birlikte katilin adı da farklı bir topun üzerine yazılıverir. Bu topun gelişiyle birlikte davaya bir numara verilir ve John topları eline alır. Farklı bir odada havuzun içinde makinelere bağlı olarak yatan üç kişiye camın arkasından “Günaydın dedektifler” diyerek selam verir.


Anderton’un bu sözlerinden görüntüdekilerin kahinler olduğunu ve onların öngörülerinin de “holoküre” adı verilen bir cihaza kaydedildiğini anlarız. Anderton görüntüleri incelemeye başlamadan önce arka ekranda yer alan iki kişiye olayı anlatır, biz de dinleriz. Bu iki kişi olayın yargıcı ve tanığıdır. İki kişinin onayından sonra “holoküre”ye gelen parça parça görüntüler ekrana yansır ve Anderton elektronik eldivenlerle görüntüleri bir araya getirerek olayı kurgulayıp nasıl ve nerede gerçekleştiğini Franz Schubert’in ‘Bitmemiş Senfoni’si eşliğinde çözmeye çalışır. Olay henüz gerçekleşmemiştir ancak gelen görüntülerden kısa bir süre içinde gerçekleşeceği anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda henüz gerçekleşmeyen olayların çözümünde Bitmeyen Senfoni’nin sahneye eşlik etmesi anlamlıdır. Anderton’ın izlediği yarı saydam görüntülerin sadece yansımalarını izlemelerine rağmen yargıç ve tanık henüz işlenmemiş cinayetin sanığını suçlu bulur ve bunun üzerine tüm ekip “suçlu”yu yakalamak üzere yola çıkar. Anderton olayı çözmeye çalışırken bir yanda da gerçek hayatta olanlar, izleyicinin karşısına çıkar. “Gerçekleşecek Cinayet” in katili ve kadın kurban evlidir. Sabah kahvaltı masasındadırlar. Kadın bir yandan okula gitmeye hazırlanan çocuğuna ödevinde yardım eder, bir yandan da kocasıyla konuşur. Kocası, yolun karşısında gördüğü adamın yüzünün tanıdık geldiğini söylediğinde ise karısı ona gözünde gözlük olmadığını, dolayısıyla onlarsız hiçbir şey göremeyeceğini hatırlatır. Anlarız ki yolun karşısında bekleyen adam kadının sevgilisidir ve herkesin evden gitmesini beklemektedir. Kocası ve çocuğunun evden çıkmasının ardından kadın, sevgilisini eve alır ve üst kata çıkarlar. Ancak kocası şüphelenmiştir ve adamı takip ederek eve girişini izler. Bu sahnenin arkasından gelen görüntüler, kahinlerin gördükleri ile aynı şekilde gerçekleşmeye başlar. Ancak olayı çözen Anderton son anda cinayetin işlenmesini önler ve gelecekte gerçekleşecek bir cinayet için Sarah Marks ve Donald Dubin’in “gelecekteki katili” olarak adamı tutuklayarak başına bir kelepçe geçirir. Kahinlerden gelen görüntüler ve tanık olarak adlandırılan yargı heyetinin onayı sonucu “suçlu” bulunan adam, derin bir uykuya mahkûm edilmiştir.

Filmin ilk sahnesiyle birlikte özgür irade ve determinizm tartışma konusu haline gelir. Bu bakış açısı doğru kabul edilirse, bireyin neyi seçip seçemeyeceği önceden belirlenmiştir ve bireyin özgür iradesi yoktur. Determinist anlayışın tehdit ettiği özgürlük, yaptığımız seçimlerden sorumlu olmamız anlamına gelen metafizik özgürlük veya irade özgürlüğüdür.&nbsp; <br> Colin Farrell’in canlandırdığı Dedektif Witwer ise sistem kusursuz olsa bile hatanın insandan kaynaklanacağına inandığından sistemle ilgili belli bir hata aramaktadır. Dolayısıyla kahinlerle ilgilenen görevli harici hiç kimsenin girmesine müsaade edilmeyen tapınak bölümüne bir şekilde girmek istemektedir. Kahinleri ve çalışma şekillerini yakından görmeyi ve aradığı hatayı bulmayı amaçlamakta, bir yandan da onların kutsallığını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Filmin ortalarına doğru ise aranan o hata bulunur. Dedektif, Anderton üzerine yoğunlaşmış ve hatayı onda arar. Oğlunun kaçırılmasından sonra uyuşturucu kullanmaya başlaması, işte onun aradığı insan hatasıdır. Ancak hata onda değil sistemin kendisindedir. Anderton’un cinayet işleyeceği kahinler tarafından görüldükten sonra, Anderton tanımadığı bu adamı öldürmeyeceğini ispatlamak için bir yandan ön suç ekiplerinden kaçarken bir yandan da sistemin yanılabileceğini göstermek için sistemin annesi olarak nitelendirilen Iris Hineman’ı ziyaret eder. Hineman, ön suç bürosunun başındaki Lamar Burgess ile sistemin kurucusudur. Ancak uzun zaman önce bürodan ayrılmıştır. Kahinlerin güçlerini keşfeden ve sistemin ortaya çıkmasını sağlayan arabirimi kuran Hireman, kahinleri genetik hata ve sapıtmış bir bilim olarak nitelendirir. Bir tür kimyasalın bağımlısı olan ailelerin çocukları kahinler, genetik farklılıklarından dolayı geleceği görmektedirler. Ancak sanıldığı gibi sistem kusursuz değildir. Çoğunlukla üçü aynı olayı aynı şekilde görse de nadiren biri olayı diğerlerinden farklı olarak görebilmektedir. İşte buna “Azınlık Raporu” adı verilir ve sistemin işleyişini bozmamak ve şüphe yaratmamak için bu rapor hemen silinmektedir. Bunun sebebi, kuşku uyandıran bir adalet sistemi istenmemesidir. Azınlık Raporu, insanın alternatif olasılıklarının ve özgür iradenin var olabileceğinin bir çeşit göstergesidir. Bu bağlamda gelecek önceden belirlenmemiştir.


John Anderton’ın tüm gerçeği öğrenmesinin ardından Lamar Burges’le karşılaşmasında da kahinler bir cinayet görürler. Lamar John’u vuracaktır. Ancak Anderton’un ona kendisini öldürmesi halinde Ön suç bürosunun onu yakalayacağını, öldürmekten vazgeçerse de sistemin kendi kendine çökeceğini hatırlatması üzerine Lamar öngörülemeyen üçüncü alternatifi seçerek kendini öldürür. Burada her ikisi de geleceği bilir ve değiştirir. Dolayısıyla film, insanın alternatiflerinin olabileceği ve geleceğin önceden belli olmadığı vurgusuyla sonlanmış olur.

İnsanın kendi geleceğini bilmesi bir paradoksa yol açmakta ve geleceği değiştirmek istemektedir. Hatta değiştirebilmekte ve gelecek olarak bilinen de gerçekleşmeyebilmektedir. İşte filmdeki ön suç birimi, cinayetlerin gerçekleşmesini engellediğinde aslında “geleceği” de değiştirmiş olur. Dolayısıyla ‘suçlu’ olarak mahkûm edilen kişilerin mahkûmiyetleri de tartışmalı hale gelir.

Filmin en önemli sorularından ikincisi kâhin Agatha tarafından sorulur, “Görebiliyor musun”? Bu soru, hem hikâyenin ilerleyişini etkileyecek olan cinayetin ortaya çıkmasına neden olmakta hem de görme, gözetleme ve özgür olma gibi filmin diğer önemli tartışmalarını gündeme getirmektedir. Detektifin ısrarları sonucu tapınağa girerek kahinlerle ilk kez yan yana gelen John tapınaktan ayrılmadan önce, Agatha gözlerini açmakta ve kendisine yaklaşan John’u yakalayıp boynuna sarılmaktadır. John’a sorar, “Görebiliyor musun”? Ardından John tavandaki ekranda, Agatha’nın gördüğü cinayeti görmeye başlar. Onlara görmedikleri, tepki vermeyecekleri ve bir nevi uykuda oldukları söylenen kahinlerden Agatha bu tepkisiyle bir yandan kendileri hakkında anlatılanların aslında gerçek olmadığını gösterir bir yandan da filmin diğer bir tartışma konusunu tetiklemiş olur. Tüm bu gözetim ve denetim altında gerçekten görmek mümkün müdür? Ya da kim kimi nasıl görüyordur? Agatha’nın onun görmesini istediği cinayeti araştırmak için hapishane departmanına gelen John’la birlikte izleyici de mahkumların nasıl bir yerde tutulduğunu görür. Görevli gardiyan mahkumları rahatlattığı için klasik müzik çalmayı tercih ettiğini söylemektedir. Hapishane görevlisi daire şeklindeki hapishanenin ortasında bir kule içinde yer almaktadır. Anderson’ın istediği bilgiyi bulmak için mahkûma ulaşması gereken görevlinin sistemi çalıştırmasıyla, küçük tüpler içinde üst üste katlarda başlarındaki hale ile uyuyan binlerce mahkûm, kulenin etrafında yükselmeye başlar.

Film boyunca bu yapının tüm yansımaları ile karşılaşırız. Göz, kimlik haline gelmektedir. Güvenlik kontrolü için oluşturulan retinal taramalar, kişiye özel reklamlar, uzaktan kontrol edilebilen araçlar, güvenlik taraması yapan elektronik örümcekler günlük hayatın sıradan birer parçası haline gelmiştir ve herhangi bir direnişle karşılaşılmamaktadır. Öyle ki John Anderton’u bulmak için harekete geçen büro çalışanlarının şehrin arka sokaklarındaki bir binanın içine retinal tarama için gönderdiği elektronik örümcekler, sıradan yaşamını devam ettirenler tarafından olağanüstü karşılanmamakta. Kavga eden bir çift, retinal tarama için kavgaya ara verdikten sonra kaldığı yerden devam etmekte. Sevişen bir çift, örümcekler tarafından kimlik tespitinin yapılmasının ardından sanki bu hiç gerçekleşmemiş gibi devam etmektedir. Herkes sürekli gözetim ve kontrol altında tutulmakta ve her bireye ait veriler sürekli toplanıp depolanmaktadır.

Filmin vizyon tarihi ve dönemin ABD hükümeti tarafından alınan kararlara bakıldığında gözetim toplumunun yaratımı ve kabulü noktasında paralellikler görülmektedir. 11 Eylül saldırıları sonrası hızla çıkarılan ve dönemin ABD Başkanı Bush tarafından onaylanan Vatanseverlik Kanunu’nun üzerinde durduğu en önemli konu, ABD’de yaşayan bireyler hakkında istihbarat toplayabilme, dinleme ya da gözetim konusunda federal hükümetin yetkilerini artırması olarak görülmektedir. Spielberg’in Azınlık Raporu filmi de bu bağlamda dönemin siyasi gündemiyle örtüşmekte ve yönetmen “teröre karşı savaş” konusunda yürütülen politikaları desteklediğini belirtmektedir.

Filmde John Anderton oğlunun kaçırılması nedeniyle güvenliğin gerekliliğine ihtiyaç ve inanç hissetmekte ve gözetim toplumunun gerekliliğine “kendisinin katil olacağını görünceye kadar- inanmaktadır. ABD halkı da 11 Eylül ile yaşadığı kayıplar sonrası yasayı sorgulamadan kabul eder. Film boyunca “göz” bir organ olmaktan öteye geçerek kimlik konumunda yer almakta ve her türlü bilgi gözler aracılığıyla elde edilmektedir. Güvenlik adı altında ortaya çıkan sistem hem kendisi büyük bir göz konumunda yer alarak her türlü kişisel veriyi kayıt altına almakta hem de bireylerin gözlerini birer veri kaynağı olarak kullanmaktadır. John Anderton kendisini yakalamak için peşine düşen ön suç ekibinden kurtulmak için gözlerini çıkartarak yeni bir göz ve kimlik edinmektedir. Kişisel özgürlük ve mahremiyetin devlet tarafından ihlal edilmesi, gözetim ve izlemeye dayalı benzer bir evrenin yaratımı filmin ve dönemin önemli tartışma konuları arasında yer almaktadır. Caydırıcılık ilkesi ve ABD’nin iç güvenlik alanında uygulamaya koyduğu Vatanseverlik Yasası, Azınlık Raporu filminde kendisini göstermektedir. “Cinayetsiz dünya” için her türlü kişisel hak ve mahremiyetten vazgeçilmesi beklenmektedir. Bu düşünce filmin başında ön suç bürosunu tanıtırken kullanılan özgürlük düşüncesiyle de çelişmektedir. Güvenlik ve korunmaya yönelik ihtiyaç bireysel özgürlüklerin önüne geçmektedir. Genel olarak değerlendirildiğinde filmin çekildiği dönemin ABD politikalarıyla paralellik gösterdiği ve kişisel hak ve özgürlüklerin “güvenlik” gerekçesi adı altında ortadan kaldırılabildiği görülmektedir.

Her olayın, maddi ya da manevi nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu ileri süren felsefi görüş olarak tanımlanabilen determinizm, her şeyin nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiği fikrine dayanmaktadır. Sadece evrendeki olayların değil aynı zamanda insanın istencinin de bu nedensellik ilkesiyle belirlendiğini öne süren görüş, insanın isteme ve eylemlerinin neden sonuç ilişkisine bağlı olarak belirlendiğini, dolayısıyla irade özgürlüğünün olamayacağını savunmaktadır.

Determinizm ve özgür irade, gözetim ve denetim gibi kavramları tartışma konusu haline getiren film; insanın seçim yapabileceğine, kendi geleceğini belirleyebileceğine, dolayısıyla özgür iradenin varlığına olan inançla sona ermektedir.

“Bir şeyin gerçekleşmesini önlemek, onun gerçekleşeceği hakikatini değiştirmez...”

Ve…

“İçinde bulunduğumuz sisteme körü körüne inanmak, o sistemin doğruluğunu kanıtlamak…”

Ve…

“Zaman gelir, inandığımız gerçekleri sorgularız…”