3 dakika okundu
BİR YOL ÖYKÜSÜ /Erinç BÜYÜKAŞIK

Mardin’in İzinde

Sokağa vardığında akşamın ıssızlaştırdığı kentin insanları evlerine hapseden yalnızlık duygusuna içten içe kızmıştı. Yürüyordu daracık sokaklarıyla bu eski kentin bir kenar mahallesinde. Kahvehaneler, Kürtçe, Arapça sözcükler arasında Ortadoğu çarşılarının buhur kokularıyla da tanışmıştı. Aslında kendi içinde büyüttüğü eski kenti, geçmişe dair anımsamaları bu kentin ayrıntılarını da belirlemeye başlamıştı. Binlerce felaketi arkasında bırakmış şehirliler, dinginliği evlerine sığınmakta ararken o hala şehrin dar sokaklarında bir adres belirlemeye uğraşıyordu. Bir adres, bir kimlik mi? Anlaşılmaz bir aidiyet duygusuydu onu yola düşüren. Bir yaz sıcağında varmıştı Güneydoğu’nun bu eski kentine. Güneşin kavuruculuğunda “Güneş doğudan yükselir.”sözünü doğrulamak istercesine erkenden kalkmayı alışkanlık haline getirmiş, Mardin’in kıpkızıl ovalarında (ya da kızıl denizinde) yıllardır sözü edilen kültürel bileşimi kavramaya çalışıyordu. Bir şekilde Güneşe Yolculuk’un bu coğrafyalara uzanan tabutun içinde genç ölüyü kalabalıklar arasında  görüverdi sanki.

Kilometrelerce ötede bıraktığı koca şehrin kalabalık yalnızlığının ardından bu tarihsel kentin mimarisinde, dokusunda kendisini aramayı istemişti. Başı örtülü Arap kadınları sokağı bölen kaldırımdan hızlı adımlarla çocuklarlarını sürükleyerek tahta kapılı taş binalara girmişlerdi çoktan. Deyrül Zafaran Kilisesi, Kasımiye Medresesi’nin farklı kültürlerin aynı şehirde buluşmasıyla başlayan yol öyküsünde bu kent bizlere taş yapıların kızıllığında kılavuzluk yapıyordu. İçinde bu taş yapıların avlularını, oradaki hayatların kendi kentli yabanıllığına katacağı farklılığı çözmek istedi. Süryani kiliselerinin çanları çoktan çalmaya başlamış, şehir kalenin ışıklarıyla bir renk oyununa, bin bir gece masallarının büyüsel dünyasına bürünüvermişti. Yanındaki arkadaşı artık dönüş vakti geldiğini söylercesine saate bakıyor, bu gizemli şehrin akşam ıssızlığından bir o kadar çekindiğini gözleriyle anlatıyordu. Bu notları okuduğunda geride bıraktığı o kocaman, metropol dedikleri şehrin büyüsel kokusunu bu çarşıda binbir pazarlıkla aldığı bir iki turistik eşyada aramaya çalıştı. Şahmeran öyküsünü anlatan tabloda ölüm ve kıyımın bu coğrafyaya yazgılanmış olmasına iyiden iyiye içerliyordu.


Bir yabancı için yöresel olanın çekiciliğini sunuyordu çarşıdaki hediyelik eşyalar, Süryani şarabını da denemeli demişti yanındaki arkadaşı. Bir iki şişe taşımak yük olmazdı muhakkak. Tüm bu nesneler bir kenti yalnızca arada anımsatabilecek kadar bir anlamlıydı belki de. Bir zaman sonra vitrinde, duvarda seyirlik vasfını da yitirecekti.

Yanıtını bir türlü bilemediği bir sorunun peşi sıra yola çıkmaktı yaptığı. Aylar sonra yazmaya karar vermişti. Belleğinin unutturduklarına izin vererek kalanlarla idare edecek ve tarihi şehrin gündelik hayatının resmini kendi zihninden çizecekti. Resim yeteneği yoktu zaten; yapabileceği tek şey sözcüklere sığınmak oldu. Boş sayfalara geçen anların izlerini birer doku olarak yerleştirmek. Süryani evlerinin arasında güneşin en sıcak saatinde yol boyu yaptıkları sokakları keşif yolculuğunu anlatmak. Yabancı gözlerle yeni bir kenti anlamaya çalışmak. Belki de ötekisiyle barışmak. Başka dil ve sözcüklere yabancılığını yitirmek. Bu ne derece mümkündü? Zihninin bir tarafı hala Balıklıgöl’deki rehber çocukların anlattığı Eyüp Peygamber’in kutsal kitaplardaki öykülerinde takılı kalmıştı. Gavur mahallesinin daracık sokaklarında kendisini izleyen birilerinin olduğu kaygısıyla yeniden yürüyordu düşleminde. Alelacele yapılmış bir Urfa gezisinin izleri zihnindeyken yedi tepeli kentinin kayıp yedi tepesinde içinden çıkamadığı o yalnızlık duygusuna öfkeleniyordu habire. Ötekiden korkan yabancı, yabanıl vs….

Derler ki:

“Şanlıurfa’da yaşayan Eyyub Peygamber çok zengin olup, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Yüce Allah kendisini imtihan etmek için önce mallarını, sonra çocuklarını elinden alır ve daha sonra kendisine ağır bir hastalık verir. Günlerce hasta yatağında yatar, vücudunu yaralar ve kurtlar sarar. Tüm bu musibetlere sabır ve şükür gösteren Eyyub Peygamber, Cebrail (a.s.)’in getirdiği vahiy gereği ayağını yere vurur ve yerden su fışkırır. Bu su ile yıkanan Hz. Eyyub vücudunu kaplayan yaralardan hemen kurtulur. Daha sonra içtiği bu şifalı su içindeki bütün dertleri de yok eder. Bunun üzerine Allah kendisine hem çocuklarının, hem de mallarının iki katını verir. Bunun için Eyyub Peygamber “Sabır timsali” olarak tanınır ve musibete uğramış kimselere “Allah Hz. Eyyub sabrı versin ” duasında bulunulur ”

Küçük kentler hep kendi içlerinde unutulmuş tarihleriyle yaşarlardı zaten. Kimi zaman bir efsane, kimi zaman bir menkıbe yaratırdı kentin öyküsünü. Kent menkıbeyle mi vardı, yoksa menkıbe kentle mi? Sanıyorum ikisi de birbirine içkindi zaten. Urfa’dan Mardin’e uzanan iki yabancının gözleriyle başlayan yol öyküsü İstanbul’un kalabalığında kayboluyordu sanki. Kim bilir rotasını arayan bir gemiydi o da. O da kendine metafor arayan bir yazar. Yaratıcılık yoksunluğunu mekanlarda gidermeye çalışan bir kalem yoksunu. Bunları yanıtı olamazdı kuşkusuz. Yalnızca yol ve yolculuk öyküsü olmalıydı bu. 30 kuşun Simurg’u arama yolculuğuna ancak bir gönderme olarak benzeyebilirdi. Zihninde Kazancı Bedih’in söylediği bir ezgi canlanıverdi. Erkek egemen bir kentin doğulu yüzü zaten bu şehirde oturak alemlerinin türkülü, şarkılı eğlencelerinden yansıyordu. Kadına kapatılmış bir dünya gibiydi şehir. Ama şehir sanki kendisini onlardan da gizliyordu. Türbelere sığınmış dinsel bir yabancıydı sanki bu şehir.


Bir saat sonra bu sefer Mardin’in merkezinde olacaklardı. Arap, Kürt ve Süryani’lerin ortak bir tabloyu yarattıkları mistik Mardin! Arkadaşı Mardin sokaklarını adımlarken şaşkınlıkla, benim gibi bir doğulu bile bu mistik havaya zor alışabilir, deyivermişti.. Mardin fotoğraflarına bakarken daha bir canlanıverdi bu tablo zihninde. Fotoğraflara gülümsemeyi ihmal etmeyen Mardinli çocukların tarihi taş yapılar arasında futbol maçlarına takıldı zihni. Kaleye çıkamamışlardı, askeri bölge olmasına içten içe kızmışlardı ikisi de. Asker, korucu, korku, yaşam, ölüm, erkek şehirler, evdeki kadınlar…

Tüm bunları odasında bilgisayarının başında yazıya aktarırken kurguculuk mu yoksa olduğu gibi aktarmak mı namuslucadır diye düşündü bir an. Bu tarihi kentte bir süre soluk alabilmiş kendi açısından kurgusunu gerçekle birleştiriyordu.

“Mardin 10 KM.”

Fırat’ı arkasında bırakan transitin Kızıltepe'ye yaklaştığı anda radyodan kulaklarına ulaşan Kürtçe oyun havası bu korkunç sıcakta kendisinde bir coşku yaratamıyordu. Urfa’da Kızıltepe’den Mardin’in göründüğünü söyleyen dolmuş şoförüne inancını da yitirmişti. Görebildiği kalabalık bir göç kentinden öteye gitmiyordu. Kaçak yapıların arasında bıktırıcı bir trafik ve İstanbul?u aratmayan insan kalabalığı. Mardin’in bunun tersine bir masalsı sessizliği ve dinginliği ona sunacağını bilmiyordu kuşkusuz. Çantasından çıkardığı kitapta gidilmezse olmaz deniliyordu bu şehir için. Taş mimarinin başkenti olarak nitelendiriliyordu bu eski kent. Mutlaka göreceklerdi Deyrul Zafaran’ı, Midyat, Kasımiye’yi ama öncelikle bir şehir gezisi değil bu bir yeni beni bulma yolculuğu olarak kavramalıydı bu sıcak kavurucu yol öyküsünü. Yola çıktığında uçakta bulutların üzerinde seyretmişti İstanbul’u, şimdi ise binlerce kilometre öteden kavurucu sıcağında Mardin’i küçük bir çocuk merakıyla, ağır adımlarla izliyordu.Her ayrıntısı yakalanmalıydı kentin. Kafesli pencerelerinde güneş tüm varlığını hissettiriyordu bu şehirde. Ovanın bir fosfor gibi kızıla çevirdiği bu topraklarda Kürtçe konuşan çocukların bakışlarına yakalanmanın utangaçlığıyla yürümeye devam ediyorlardı.

Mezopotamya tüm şiirselliğiyle karşılarında uzanıyordu. Kent ovayla yüzyılları aşan bir barışıklık içinde yaşıyordu. Kaleye doğru merdivenlerden çıkıp kuş bakışı günün kızıllığını yakalamaya çalıştıkları an kilise çanlarıyla, camilerden yükselen ezan çoktan birbirine karışmıştı. Şehrin çarşısından geçerken bakırlara sinen Şahmaran figüründe kendi içindeki yabanıllığını ve belki de bir mağaranın içinde kalabalıkların saldırgan ve yok ediciğine karşı inzivayı benimsediğini fark etti. Öykülerle yaşıyordu bu şehir de. Öyküler ölümsüzlük demek, şehrin kendi yarattığı öyküleriyle yaşamaya devam ettiğini bakırcılar çarşısı boyunca bakıra işlenen her motifte görmek mümkün zaten. Lokman binlerce otun ve çiçeğin arasından ölümsüzlüğü bulamadı, insanlık hala ölümsüzlüğü yarattığı düş ülkelerinde arıyor ?

Efsaneye göre, Şahmaran yanındaki insanı gün ışığına salarken kendisinin bu adam yüzünden öleceğini biliyormuş. Öldürülmeyi neden kolay kabulleniyor. Kaynatılıp içilen sularıyla veziri öldürüyor, prensesi yaşatıyor, Lokman Hekim’e ölümsüzlük sırrını veriyor.

Kasımiye Medresesi’nin geniş avlusunda havuzun etrafında toplanmış çocukların neşesinde demir parmaklıların arkasında kızıl ovayı seyre dalıyordu yolculuğun bir kesitinde. Akşam kaldıkları otelin yanıbaşındaki düğünde kadınlı erkekli toplamın hep bir ağızdan söyledikleri türküler eşliğinde çektikleri halayın izleri hala zihnindeydi; avludaki çocukları, merdivenlerde oturan başı örtülü kadınları izlerken. Abbaraların altından geçerken güneşin kavuruculuğunun yerini nasıl keyifli bir serinlik aldıysa havuzun çevresinde toplanan çocuklara bakarken bu kentin dinginliğinde kendi yabanıllığını da tatlı bir serinlikle avutuyordu sanki. Abbaralar boyunca dar sokaklar, minareler boyunca kiliseler, çocuklar boyunca mavi gökyüzünde uçurtmalar zihnindeki kayıp parçaları birleştiriyordu. Sonraki gün varacakları Midyat’ta onlara kılavuzluk eden çocukların tatlı gülümsemelerini Mardin'in dar sokaklarında da keşfediyorlardı. Sırtındaki küfede lahmacun taşıyan çocuğun onlara ikram ettiği sıcacık lahmacunu paylaşırken uzaklardaki kalabalık şehrin zihninden silindiğinin de ayrımına varıyordu.

Yazdığı öykünün kahramanıyla karıştırmaya başlamıştı kendisini şimdi de. Satırlar karışmaya başlıyor. Zaman ve mekan birbirine girmeye ve kendisi de bu masalın parçası olmaya başlıyordu. Midyat’taki küçük kızın onlara anlattığı Midyat, gözlerinde gördükleri şehirden daha canlı oluyordu çoğu kez. Şehirlilerin anlattığı şehir öykülerinden daha sahici, daha sıcak. Bu şehir güvercinleriyle şehir, sarı sıcağında güvercinler uçuşuyordu göklerinde. Sahici öykülerinin ayrılmaz parçası maviliklerdeki kanatlar.

İnsanoğlu uygarlığı bu coğrafyada yaratmış ama bu coğrafyada tüm gizemiyle unutuvermişti sanki. Okuduğu bir kitapta yazan ‘Bozkırda açan dağ çiçeği’ benzetmesiyle bakıyorlardı unutulmuş bu uygarlık kentine bu sefer. Mardin’den sonra Midyat başka bir gizemli yolun başlangıcı belki de. Sırtlarındaki tere ve kavurucu sıcağa rağmen bu taş yapıların her birinde başka bir öykünün varlığını keşfetme isteği yorgunluklarını unutturuyordu. Midyat’a vardıklarında karşılarına çıkan sekizli onlu yaşlardaki çocukların birçoğu kentlerine gelen yabancılara rehberlik yapmak ve biraz para kazanmak telaşıyla onların da peşine üşüşmüşler ve taş yapılar uygarlığını anlatma derdiyle konuşmaya başlamışlardı. Aralarında belki tüm utangaçlığıyla gülümseyen Dilan, ikisinin de dikkatini çekmiş ve diğer çocukları arkalarında bırakarak kılavuzlarını Dilan olarak gözlerine kestirmişlerdi. Midyat küçük şehir, adeta her yabancı ilgi odağıydı şehirlilerin. Gelenekleriyle yaşayan kentin yoksul çocukları belki de ilköğretimden sonra devam etmeyecek eğitim yaşamlarından söz etmeyi bir görev edinmişlerdi. Bu kirli, yırtık giysili kızlı erkekli çocukların birçoğu için çevredeki yatılı bölge okullarına gitmek bile bir büyük şanstı kuşkusuz. İstanbul'un yoksul gecekondularındaki çocuklar gibi dünyaya sokaklardan bakmaya başlamışlar, yaşama dair iyimserliklerine rağmen gözlerinde bu güneş sarısı tonlara bürünmüş şehrin yazgısına teslim olmama düşüncesi de vardı. Çıkmak gerekti taşranın küçük dünyasından. Okumak için, yaşamak için büyük kentlere, hiç tanımadıkları milyonluk şehirlere göç etmek gerekiyordu. Belki bu da şehrin yarattığı onca masalsı öyküden birisiydi sadece. Midyat’ın tozlu sokaklarından İstanbul’un tozlu gecekondu mahallerine göçmenin farkı ne olabilirdi ki? Bu çocuklardan en sevimli ve zeki gözlerle yanımıza yaklaşan da Dilan olmuştu.

Dilan okulu bitirince öğretmen olacaktı derslerine bir dönem giren Ahmet Öğretmen’i gibi. O da bu sarı sıcak şehirden başka şehirlere kırlangıçlar gibi göç edecekti. Taş yapıların arasında daralan bir yalnızlığın öyküsüydü yüzündeki. İstanbul?dan geldiğini öğrenmişti yeni ziyaretçilerinden birinin. Amcası İstanbul’da çalışıyordu. Yerleşmişlerdi oraya beş yıl öncesinde. Kim bilir kendisi de…Yemyeşil gözlerinde yeni şehirler tanımak isteği vardı onun da. O da İstanbullu ziyaretçi gibi belki de yıllar sonra kendisini yeni şehirlerde arayacaktı. Altı çocuklu bir ailenin törelere boyun eğmek istemeyen dirençli yüzüyle anlatıyordu bu taş şehri. İlkokulunu gösterdi onlara yolda ilerlerken duvarlarından eskilik, bakımsızlık akan bu okuldaki çalışkan öğrenciyi anlatmak istiyordu onlara. Bu yıl da takdir almıştı. Okuyacaktı. Kararlıydı. Midyat’ın çocukları gibi 15’inde törelerce evlendirilmek değil, kendi geleceğine kendisi karar vermek istiyordu. Başka şehirlerde yaşayan göçmen bir kuş olmak tutuklu bir kuş olarak Midyat’ta acı acı ötmekten daha tercih edilir bir durumdu. Unutulmuş uygarlıktan belki sahte, cilalı başka uygarlık merkezlerine akacaktı. İstanbullu ziyaretçi Urfa’da da, Mardin’de de, Midyat’ta da benzer yüzlere tanık olmanın başkalaşmasını yaşıyordu. Bu coğrafyadaki çocuk gözlerinin başka şehirlerdeki yoksul çocuk gözlerinden hiçbir farkı yoktu. Taş yapıların yarattığı eşsiz mimarinin altında akan büyük yoksulluğun içindeki bu küçük gülümsemeler burada da hayatın aktığını gösteriyordu. Belki yedi tepeli şehir gibi hızla değil ama akıyordu hayat.