'Alman Dışavurumcu Sineması' olarak da bildiğimiz "ekspresyonizm", sanatçının zihinsel gerçekliklerini sanat yapıtında somutlaştırması olarak tanımlanan ekspresyonizmin sinemadaki yansımasıdır. İnsanların çektiği acının, sefaletin ve tutkuların beyaz perdeye aktarılması olarak da tarif edilebilir.
Ekonomik, sosyal dengesizlikler ve siyasi karışıklıklar sebebiyle sanatçıların ekspresyonizme yönelişiyle birlikte 1900-1935 yıllarının en geniş kapsamlı anlayışı olmuştur. Ekspresyonistler dışsal görünüm yerine içsel duygulanıma önem vermek gerektiğini savunmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, savaştan geriye kalan etki altındaki sinemacılar karanlık, fantastik öğeler, insanüstü yaratıklar, kendi dürtülerinin esiri olmuş acımasız insanları konu edinmişlerdir. Daha çok savaş sonrası gerçeklikten kaçışı ifade ederler. Ruhsal iç çöküntüleri daha iyi ortaya koymak için geleneksel kavramlardan uzaklaşmış, biçim bozma yöntemiyle ilgi çekmeye çalışmışlardır. Sanatçıların bu tavrı, hem sanat hem de toplumdaki yerleşik biçim ve geleneklere başkaldırı niteliğindedir.
Ekspresyonist filmlerde kaos, değişim, kapitalizmin felaket yaratma eğilimi, eşitsizlik, yoksulluk konuları hakimdir. Çoğunlukla absürt dekorlar, çarpıtılmış perspektif, ışığın ve gölgelerin abartılı kullanımı ile gerçekdışı konular anlatılmaktadır. Önde gelen filmler arasında Robert Weine’nin “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” filmi; Paul Wegener ve Carl Boese’nin “Golem: Dünyaya nasıl geldi” filmi; F.W. Murnau’nun Nosferatu, “Bir Dehşet Senfonisi” filmi sayılabilir.
İlk ekspresyonist film olan Robert Wiene’nin 1919 yapımı “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” uluslararası çapta bir başarı elde etmiştir. Filmde Dr. Caligari’nin Cesare adında bir genci hipnotize ederek ona cinayet işletmesi anlatılmaktadır. Öznelliğin beyaz perdedeki yüzü sayılan filmde insanların öfke, şiddet, sevinç gibi duyguları dekorda yer alan simetrik şekillerle anlatılmaya çalışılmıştır.
Ekpresyonist sinemayı ifade eden bir kavramı da açmak yerinde olacak. Caligari. Bu ifade, biçimsiz yollar ve evler, aydınlık ve karanlık lekeler, kesik çizgilerle yapılan dekorlar ile izleyicilere yansıtılmak istenen sürekli bir kopukluktur. Anlatılmaz olanın anlatıldığı, görünenin altına inildiği, gizli tutkuların ve alt karanlık isteklerin ortaya çıkartıldığı bu filmde güçlüyle zayıfın çatışması vardır. Güçlü zayıfı kumanda etmektedir. Dekorların gerçeklikle hiç ilgisi yoktur. Caddeler, duvarlar ve gökyüzü beyaz, gölgeler ise siyahtır. Makyajlar siyah, beyaz ve abartılıdır.
Ekspresyonist sinemada gölgeli bir ışıklandırma, gerçeküstü bir dekor, yapay rol yapma ve gerçek olmayan bir dünyada gezinen kameranın aşırı üslubu dikkat çekici unsurlardır. Filmlerde kaba görüntülere sıklıkla yer verilmektedir. Ekspresyonizm düşleriyle, gerçekçilikten uzaklaşılmış soyut ve metafizik olana dönüş gerçekleşmiştir. Bu filmlerde görsel anlatım çok güçlüdür. Gerçek yaşam yerine ruhsal derinliklere inilir.
Ekspresyonist kurgunun kullanıldığı filmlerde, gerçeklik öğesi ağır basmaktadır. Bu sebeple sanatsal kurguya fazla yer verilmez. Ekspresyonist sessiz sinema dönemindeki filmlerde zorunlu kalınmadıkça kurguya başvurulmaz. Kamera aynı anda her şeyi göremese de, çerçeveye alınan kısımda her şeyi görüntüleyebilmektedir.
Aslında bilinçaltının yansıması olarak tanımlanan ve "ekspresyonizm" olarak dile getirilen bu akım, sinemada ilk olarak 1910’lu yıllarda Almanya’da görüldüğü için Alman Dışavurumcu Sineması olarak da bilinir. Dönemin politik, sosyal ve ekonomik koşullarıyla baskıcı rejime başkaldırma arzusundan doğan akımın diğer önemli örneklerinden biri de Prag’lı Öğrenci’dir. Orijinal adı Der Student von Prag (The Student of Prague) olan 1913 yapımı film, dışavurumculuğun Alman sinemasındaki ilk örneklerindendir.
İlk korku filmi örneği olarak değerlendirilen film aslında modernite, yabancılaşma ve bu bağlamda burjuva ahlâkına çok temel bir eleştiriyi de getirir. Ayrıca, Edgar Allan Poe'nun bir öyküsünden uyarlanmış ve senaryolaştırılmıştır.