Ahlat, aslında Anadolu'nun ıssız tarlalarında, yamaçlarında kendine bir alan yaratmış kalender ağaçlardan biri. Azla yetinen, bulunduğu yerden şikayet etmeyen, susuz hatta en kurak bölgelerde bile varlığını sürdürebilen ahlat ağacının meyveleri de bir çok canlıya besin kaynağı olmakta.
Sonsuzluktan atılmış gibiyim bu insansız kente. Ne zamandır burada yaşıyorum, bilmiyorum. Tapucu olarak atandığım üçüncü kent. Rüşvet yiyen birilerini ispiyonladım. Yer beğen dediler, ben de büyük şehirde yalnızlığıma gömülürüm diye düşündüm, bu soğuk şehri seçtim. Günler çok yavaş geçiyor. İşte de evde de.
Bugün yalnızım, saat on ikiyi geçti. Ben korkuyorum, dışardaki karanlıktan korkuyorum; yalnızlıktan korkuyorum, burada bir şey olacağından değil, ama içimde korku var. Üstümü bile değiştirmedim, çadır kilitli değil diye kendimi güvende hissetmiyorum. Dışarısı zifiri karanlık, çadırı karıncalar basmaya başladı.
Ayrılığın hediyesi olan yürek ağrısını sırtlar, içinde hissettiği fırtınayla beraber o tadın, o kokunun geldiği yöne doğru giderdi. Aslına bakarsanız kah bir meyhanede kafa çekerek, kah ıssız bir sokağın kaldırımında sızarken, kah izbe bir sabahçı kahvesinde kasetten filmi tekrar tekrar izlerken hep unutmak istemişti o tadı, kokuyu. Fakat ne yapsa faydasızdı. O kokunun ve tadın hasretine hiç alışamıyordu.
"Gök üstümüze yağdı yağacak" Annem, göğün karanlık, gri boğuntusunda hep bu sözüyle ilenirdi yanımda. Abdulkerim Kur'an kursundan canı sıkkın dönmüş yine. Bu oğlan çocukları hep böyle. Sen de mızmızlanırdın hep. Tozlu sabahta koştursun dursun, babasına isyan edip ahırda inzivaya çekilsin habire. Karanlık odada göz göze geldik bir ara. Salavatsız girilmez oğlum eve, benimle ağız dalaşı yaparak günaha giriyorsun. Allah'ın ipine sarıldı babam, tövbe etti bir kere. Şeyhi olmayan şeytandır, derler. Abdulkerim, deli oğlan; uslanmadı oldum olası.
“Kafam şişti, kapatsan mı biraz şunu? Ya da kıs sesini, duyacağın kadar aç…” diye söylenir dururdu annem. Aslında o da çok severmiş gençliğinde radyo dinlemeyi. Sadece akşam saatlerinde açarmış babası radyoyu çocukluğunda. O da ajansı dinlemek için. Türkü falan dinlemezmiş dedem, hemen kapatırmış radyoyu haberler bittiğinde. Annem evlendiğinde, gelin geldiği evin perdeleri bile yokmuş.
Bekliyorum. Ne kadar zamandır bilmiyorum. Belki de biliyordum ama şimdi unuttum. Unutmak zamanı yok saymak; geçilen yolları bir bir silmek olmalı. Bunu şimdi düşündüm. Son zamanlarda böyle şeyler gelip aklımın içine sessizce giriyor. Sessizliğin mi, yoksa yalnızlığın mı içindeyim?.. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Kendimi bulmak için biley taşında bilendiğimi bilmediğim gibi.
Sorulduğunda hiçbirimiz mutlu değiliz. Ama görülüyor ki tümüyle mutsuz da değiliz. Hayatından memnun olanlar var, olmayanlar da var. Durumunu değiştirmek isteyenler var, kılını dahi kıpırdatmayanlar var. Bir de annem gibiler var. Mutsuz olduklarını bilen ama başka da bir şey bilmeyen… Neden mutsuz mesela ya da ne yapmak lazım gelir, bilmeyenler… Bilenler ama unutanlar var, hatırlamayanlar… Bir çeşit yok oluş ya da kayboluş gibi…