İki küçük kaya parçasıydı. Su aktı kıvrımlarından. Dibi yosun yüklü,yemyeşil bir nehirdi üzerine ışıklar düştüğünde. Köy kurak. Şehir kurak.Ulaşıp bütün çukurlarını dolduracak bir mahal yok etrafında. Köylüler parmakları arasında ufaladıkları toprak parçalarını suya atarken bir türkü mırıldanıyor sonra avuçlarını gökyüzüne açıp kanayan yaralarını göstere göstere gökyüzüne ayna oluyorlardı
Duvarlar sessizlikle sarmalanmış bir halde iken griye bulanık bir is kokusu odanın ortasına yayılmış gibiydi. Üst üste dizilmiş pembe dosyalar karıştırılmayı bekleyedursun, diğer odadan o hırıltılı sesduyuldu. “İstiyorum onu! Bir iz, bir işaret hadi çocuklar! Topuklu fırtınayı istiyorum!” Rehavete düşmüş topluluk, toprağın canlanması gibi hareketlenirken dışarda sağanakbaşlamıştı. Cama vuran her bir yağmur damlası delici bir ses çıkarır gibiydi. Delici ve kemirici...
Geniş ve büyük boşlukları sevmezdi yaşamında. Anlam arayışında çözemediği her sorunun bir heyula gibi gözlerinin önünde birikmesinden pek de haz ettiği söylenemezdi. Hele de hafta sonunun geçip bitmez gibi görünen boşluk hissini hiç kaldıramamıştı. Akşam saatinde (Saatine baktığında yedi buçuk olduğunu kavramıştı. Gözleriyle zamanı belirlemenin en iyi yolunun akrep ve yelkovanın saatin rakamları üzerindeki olağan deviniminde gerçekleştiğini düşündü.) yağmurlu İstanbul’u kalabalıkların arasına karışarak keşfetmeyi düşündü, küçük bir semtin de kentin fotoğrafı için yeterli olabileceğini düşünmek istedi zihninde.
Motorun gürültüsüyle irkildi. Gecenin bir yarısı motosikleti yumruklayan, sağ ayağıyla onu paramparça eden biri öfkeyle bağırıyordu penceredeki Arif’e. Şasi yerde paramparça. Arif’in kapısına dadanan yabancı tepeniyor amortiserin üstünde, amartiser de gitmiş güme. Vurdukça dağılan motosikleti parçalarken öldürmeye niyetlendiği Arif’in telefonun kamerasındaki yüzü canlanıyordu. Pencerenin kenarında korkuyla izliyordu olan biteni Arif o sırada. Kardeşimi mete bağlımlı ettin puşt, çık dışarı diye höykürüyordu. Arif sinmiş, ürkerek izliyordu dışarda olanları. Motorun içine etti herif, bunu tamir etmek bir motor parası ulan. Kaç gündür Ayhan abisi de malın parasını istiyordu iki gündür. Parayı buluşturacağım abi. Mahalleden gidiyorum, taşınacağım zaten. Taşınmak kaç para biliyor musun. Hem polisler de uyarıyor sürekli.
Gözlerini açtığında kendisini kapkara bir boşluğun içinde buldu. Elleriyle yattığı yeri yoklamayaçalıştı. Çokça irili ufaklı taş, pis kokulu bir toprak.. Bu pis kokulu toprak, kıpırdandıkça, altında adetabilinmeyen yönlere doğru kayıyordu. Birden lisedeki büyük aşkı Ceyda geldi aklına: Hey hanım evladı, iyi kokla bak mis gibi gübre kokuyor; işte köyün kokusu. Ananın bahçesi gibi gül,hanımeli kokmaz her yer.
Ölü domuz sürülerinin arasında gururla dikilen bir av köpeğinin yüzünde beliren ifadeyi taşıyanlar var etrafımda. Ve evimde, duvarların arasında üzeri harçla örülü tuğla deliklerininde yaşayan giganteuslarım bazı geceler bölüyorlar uykumu. Ocakta kısık ateşte demlenen bir çayın acı kokusu siniyor üzerime. Ve bekleyen telaşlar… bir film fragmanı heyecanını taşıyorlar. Evin içine dolan ‘nasıl bir telaş’ sözünü, pencereyi açıp savurdum etrafa. Rahatlamanın bir nebzesi. Halisünasyonlar arasında gerçekliği yakalama oyunu oynayan çocuklara ”merhaba” diyorum yukarıdan. Bir köşede tekmelenmiş bir topun yalnızlığı karşılık veriyor bana. Çocuklar suskun. Ellerinde canavar tutuyorlar.
Ayakta kilometrelerce yol gitmenin çileli halleri. Balık istifi, itiş tıkış. Özellikle kadınların değişmeyen sitemleri, isyanları. Anda kalan dostluklar, yardımlaşan, dayanışan insanlar... İstanbul ulaşımının sıradan alışılagelmiş yüzü. İstanbul’u yaşamanın ve bu şehrin insanını tanımanın en kestirme yolculuğu.Kadıköy, Bakkalköy hattı. Bu iki köyün arasında, bir yerlere varma çabası. Çabanın ötesinde ayağına yer açma kapışması. Şanslıyım; Ziverbey’den binerken minibüste oturacak yer bulmuşum. Yanımda, cam kenarında genç kumral bir kadın, başında güneş gözlüğü, kulağında kulaklık, bacaklarıyla ritim tutuyor. Durak yok, her el edene durur bizim hattın şoförleri. Hatta el etmeyenin önünde de durur, kornaya basar, bekler. Diğer minibüslerden yolcu kapmakta pek bir gayretliler. İnsanların biri iniyor, beşi biniyor. Göztepe’den sonra oturmak ne mümkün, ayakta yer bulursan ne âlâ.
Alman arkadaşım Johannes ile arkadaşlığımız gittikçe büyüdü. Dostluğun çokötesindeydi. Kardeş gibi olmuştuk. Onun sayesinde pek çok ulustan arkadaşım oldu. Çevrem öyle genişledi ki , yetmiş iki ulustan insanlarla dostluklar kurmuştum.Alman arkadaşlarım çoğunluktaydı. Oysa ailemizin geçmişine bakıyorum, Enver Paşayanlısı bir kimse de yoktu. Ama benim hatırı sayılır Alman dostlarım vardı.
Sabahın ilk saatleri. Evden kuşluk vakti yollara düşmek katlanılmaz hâlâ. Sabah ezanı çoktan okundu, müezzinin sabah makamında yayılan sesiyle zar zor uyandım. Gözlerimi açmam için set bir kahve içmem gerek besbelli ayılmak için. Ilık yatağımdan kalkmak, aylaklık hallerimden arınmanın zamanı. Sabahları eve bir yabancı gözüyle, aidiyetlerden uzak bakmak gerek, sokağa bedenini ve aklını bir bütün olarak bırakmanın tek çaresi aitliklerini unutmak olsa gerek. Uykudan uyanmaya inat ediyor gözlerim, yanı başımda mırıltılar içinde uyuyor kedim. Banyoya girince ilk işim musluğu açıp suyun akışına kulak vermek, suyun akışındaki artan basınç beni kendime getirebilir. Alarm ısrarla çalıyor, gözlerim hâlâ kapanık, uykunun limanlarına demir atmış halini geride bırakmış.
“Kuşlar, kuşları unutma” dedi babam evden dışarı çıkarken. Ona tam da okulda yaptığımız kar resmini gösteriyordum ama garip bir tedirginlikle başımı okşadı ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Camdan seyrettim onu, acelesi var gibiydi, parkın içinden geçen karlı yolun sonunda nokta kadar kaldı ve kayboldu. Elimde resim defterimle bakakaldım arkasından. Sanki son sözü buymuş gibi söyledi ama ben anlamadım, neden kuşlar?