“Ah uçur şeyhim beni, uçur istediğin yere.” O bildiği şarkı gibi mırıldandı bir iki defa bunu. Sakalını sıvazladı uçak kabininde bulutları izlerken. Allah’ım şu yarattığın gök kubbede, bulutların üstünde uçmayı bu demir kuşla nasip ettin ya, başka ne dileyeyim senden diye mırıldandı. Tespihiyle Allah’ın adlarını sıralıyordu uçak türbülansa girdiğinde. Korkuyordu zaten şu tayyare denen şeyden oldum olası. Uçak bir iki sallanınca tedirginlikle baktı çevresine. Allah’ın hangi kuluna nasip olurdu ki şahsına özel bir pırpırla İstanbul’a gitmek. Aklına o kıpkırmızı postta otururken himmetinden, hizmetinden sual olunmaz müridlerinden, ticaret ehli Ramazan’la cuma namazını müteakip görüşeceği geldi.
Bizim eve beş dakika mesafede olsalar da amcamın hastalığından dolayı gelmek istemiyorlar. Ameliyatından beridir keyfi yok zaten amcamın. Yeni yıl masasının etrafını sarmışız. En güzel mutfak sohbetlerimizden birini yapıyoruz. Sohbet bitmiyor, gülüşüyoruz konuştuklarımıza. Yeni yıla girince dileklerimizi sıralamaya başlıyoruz. Yeni yıldan beklentilerimizi; sağlık, para, huzur… Bitmiyor ki beklentilerimiz…
Bu gece yıldızlar gökte tek tük. Hepsi soluk. Ay testekerlek. Bir zamanlar aşık olduğum adamdan da nefret etmeyi öğrendim. Kaba etlerimi acıtıyor sevişirken. Öldüreceğinden korkuyorum o üstümdeyken. Boynumda dudakları geziniyor, midem bulanıyor, böğüresim geliyor çoğu kez. Ağzımda tiksinç bir ekşime. Duvarda boş bir noktaya bakıyorum üzerimde inlerken. Hemen boşalıyor ve yığılıyor yatağın diğer köşesine neyse ki. Tiksintimi, kusma isteğimi yazmaktan başka çare yok bu evde.
Gelecek için kurduğumuz leylak renkli hayaller yerini belirsizlik karanlığına bırakıyor. Bu karanlığa seni de yanımda çekmek, sana yapacağım en büyük kötülük olacaktır. Oysa en ufak bir zarar görmeni istemezdim. Ceplerimde biriktirdiğim mutluluğu ellerine teslim etmek isterdim. İtiraf etmem gerekirse bu kaçış, tek çarem olarak gördüğüm yol. ‘Nereye kadar?’ diyeceksin. Gördüğün gibi her soru, sonu muamma olan bu karanlığa çıkıyor. Bu karanlıkta kaç gün, kaç ay, kaç yıl, nerede, nasıl sürüklenirim bilmiyorum. Tek bildiğim seni de bu karanlığa çekemem.
Fakat bu hikâye ardında iki mezar taşı bırakanların hikayesi. Bir eş, bir oğul yatıyor. Yüreği suskun teyzemin, gözleri buğulu, özlem dolu. Benim aklımda ise anılar ve radyo var. İki sene sonra adım attık köy evine, anılarımız peşimizde. Annem konuşuyor: “İki sene önce her şeyi toparladık, güzelce yerleştirdik. Bir sonraki sene gelince kolayca açarız diye. Güve yememişse evde her şey vardı. Pirinç, bulgur, ceviz…”
Toplantı salonunda bir şaşkınlık kol geziyordu, patronun düşüncelerine (onların tabiriyle fantezilerine) boyun eğmek isteyemeyen bir grupla, her konuda evet efendimciler karşı karşıya kalmış, gündemi tartışıyorladı. Hikayenin kahramanı Patron Atılgan Bey her zamanki gibi satış konusunda büyük harflerle konuşmaya başlamıştı, “Ekmeği, tuzu herkes satar önemli olan Alaska’ daki insana buz satabilmektir”. "Tereciye tere verebiliyorsan konuşacaksın karşımda".
Yattığı karanlık odada, perdenin incecik aralığından içeri sızan ışık huzmeleri ile aydınlanan bölümde sürekli uçuşan toz zerrecikleri görüyordu. Ne kadar zamandır uyanıktı, niye bu karanlık odada ve niye bu yatakta yatıyordu hatırlayamadı. Tekrar perdenin aralık bıraktığı yere döndü. Bütün bu milyonlarca zerrecik sanki hoş ve hareketli bir müzik eşliğinde durmadan dans ediyorlardı. Tıpkı tarihi filmlerde gördüğü görkemli salonların, muhteşem atmosferinde dönen, kabarık etekli kadınlar ve üniformalı yakışıklı adamlar gibi. Kadınların pek çoğu üniformalı erkekleri yakışıklı bulur nedense. Bu giysiler o adamları bambaşka bir kişiliğe mi taşır?
Daha birkaç gün önce sunucu televizyonda muhtıra bildirisini okumuştu. Suratı bir karış o komutan, sıkıyönetimin ülke için zaruriyetinden söz ediyordu ekranda. Cümleleri akarken, zoraki gülümsediği de oluyordu. İçi sıkıldı Nesrin’in. “Sokağa çıkma yasağı demek, bu deli oğlanı tık eve başarabilirsen. Laf dinlemez ki hiç.”
Karanlık tarihlerden biri. Dünya koca bir canavar misali. Titu’yu mağarasına tutsak etti sancıları. Tipi, bitmeyen soğuklar, karın kapladığı tekinsiz kara orman ürkütücü bir yalnızlık ölüm korkusunu devşirdi içinde. İçini haylice kalabalık hissetti, mağara duvarlarındaki av resimleri, Piyu, Çika, ormana ulaşan dik yamaçta yitip giden annesi…Mağaraya musallat olmuş kaltaban akrabaları. Kayıplar onlar da bir süredir. Zira gideceğiz buradan demişti zaten. Başka bir kara ormana yolculuğa çıktılar. Bir göl, akarsu, kıyı arıyorlar onlar da. Buzulların altında belki cesetleri şimdi.
Ayakta kilometrelerce yol gitmenin çileli halleri. Balık istifi, itiş tıkış. Özellikle kadınların değişmeyen sitemleri, isyanları. Anda kalan dostluklar, yardımlaşan, dayanışan insanlar... İstanbul ulaşımının sıradan alışılagelmiş yüzü. İstanbul’u yaşamanın ve bu şehrin insanını tanımanın en kestirme yolculuğu.
Beni hep annem yıkar, topuklarıma kadar uzayan saçlarımı tek başıma arıtamam, öremem. O gün, leğeni tandır başına kurdu, bakır güğümdeki su sıcacık. Kullanmaya kıyamadığı, gül kokulu sabunla uzun uzun yuğdu saçlarımı. Köpürttü duruladı, tekrar köpürttü. Ağlıyor mu ne? Gözlerim yanıyor, açıp bakamıyorum. Dere kenarından toplarız killi çamuru, saçları parlatır yumuşatır. Tasın içinde sulandırdı kili, duruladı, duruladı. Dolanan saçlarımı sabırla taradı. Bu sefer saçlarımı tararken, kemik tarağı kızgın bir azarla kafama kafama indirmiyor. Hiç olmamış oyuncak bebeği ile oynar gibi oynuyor saçlarımla. Ağıt yakıyor. “Bebexti keça min…” Niye bahtsız kızım diyor ki anam bana?