Ahlat, aslında Anadolu'nun ıssız tarlalarında, yamaçlarında kendine bir alan yaratmış kalender ağaçlardan biri. Azla yetinen, bulunduğu yerden şikayet etmeyen, susuz hatta en kurak bölgelerde bile varlığını sürdürebilen ahlat ağacının meyveleri de bir çok canlıya besin kaynağı olmakta.
Sonsuzluktan atılmış gibiyim bu insansız kente. Ne zamandır burada yaşıyorum, bilmiyorum. Tapucu olarak atandığım üçüncü kent. Rüşvet yiyen birilerini ispiyonladım. Yer beğen dediler, ben de büyük şehirde yalnızlığıma gömülürüm diye düşündüm, bu soğuk şehri seçtim. Günler çok yavaş geçiyor. İşte de evde de.
Ayrılığın hediyesi olan yürek ağrısını sırtlar, içinde hissettiği fırtınayla beraber o tadın, o kokunun geldiği yöne doğru giderdi. Aslına bakarsanız kah bir meyhanede kafa çekerek, kah ıssız bir sokağın kaldırımında sızarken, kah izbe bir sabahçı kahvesinde kasetten filmi tekrar tekrar izlerken hep unutmak istemişti o tadı, kokuyu. Fakat ne yapsa faydasızdı. O kokunun ve tadın hasretine hiç alışamıyordu.
"Gök üstümüze yağdı yağacak" Annem, göğün karanlık, gri boğuntusunda hep bu sözüyle ilenirdi yanımda. Abdulkerim Kur'an kursundan canı sıkkın dönmüş yine. Bu oğlan çocukları hep böyle. Sen de mızmızlanırdın hep. Tozlu sabahta koştursun dursun, babasına isyan edip ahırda inzivaya çekilsin habire. Karanlık odada göz göze geldik bir ara. Salavatsız girilmez oğlum eve, benimle ağız dalaşı yaparak günaha giriyorsun. Allah'ın ipine sarıldı babam, tövbe etti bir kere. Şeyhi olmayan şeytandır, derler. Abdulkerim, deli oğlan; uslanmadı oldum olası.
Gömütün yanı başında, dizlerinin üstüne çömelmiş kendi kendine mırıldanıyor. Vakit gece yarısı, etrafta cır cır böceklerinin sesi. Ceketini çıkarıp yavaşça toprağın üstüne serdi Murat. Toprak ısıtmaz çünkü kemikleri, sımsıkı sarmaz. Ayaklarını uzatarak başını yavaşça yere yasladı. Gözünü yaşlı görünce ‘gittikçe sula mutlaka, toprak bu çabuk kurur, bol bol sula, üstünde otlar bitsin’ dediydi ölme sırasını devamlı başkasına veren nenesi. Dedi demesine de geceleri sokul yanına uyu demedi ki. Parmaklarını hırsla geçirdi toprağa.
Borazan sesiyle tatlı uykusundan uyanan Rıfkı Sinkaf, “Bismillah bismillah!” diyerek yattığı yerden kalkmaya yeltendi; ama kafası sert toprağa çarpınca, tekrar yatağına sırt üstü uzanmak zorunda kaldı. “Ananı avradını…” diye başlayan bir zincirleme küfür tamlaması söylerken kafasını tutan Rıfkı etrafına baktı ve işte o an, nerede olduğu kafasına dank etti. Ölüydü ve uzandığı yer onun binlerce yıllık mezarıydı.
İki eli yanağında bekledi o gece. Kaybettikleri sanki geri dönecekmişcesine. Sağlı sollu düşüyordu gözyaşları yanağından, biri önde diğeri arkada. “Geçmiş geçmişte kaldı.” denirdi oysaki. Kalmıyordu, en derinden baş gösterip yüzeye çıkıyordu. Bir bıçak yarası gibi acılar saplanıp kalıyordu kalbe. Battıkça batan, acıttıkça acıtan
Bazen bir şeyler olur, birbirimizin gözlerine bakarken kapıldığımız coşku, birdenbire yok olur. O bana, ben ona kıyasıya saldırmaya başlarız. Bunun için bir söze, bir davranışa, bir susuşa gerek yoktur. Akşam üzeri ortaya çıkan mızıkçı rüzgarın esintisi, yeter de artar bile. Bir kağıt parçası gibi yavaş yavaş yırtılmaya başlarız. Her yırtık, anılara doğru yol alır. Yolu, deşe deşe yürürüz. Sonunda ben susmayı yeğlerim. Susuşumu dinlediği sırada, ayak tabanını gösterir. Çıplak yürüdüğünde derisi sertleşen ayak tabanını...
Ayağını terliklerine yarım yamalak geçirmiş. Ne başında örtüsü var ne de sırtında pardösü. Saçları kiremit renginde, bir belaya hazır gibi omuzlarına dökük. Hani ya kimse tutmasa, hani ya kimse yolmasa usulca ensesinden dağılacak. Sağ kolunun bileğini sıkı sıkıya sarmış. Kolu emanet sanki yanında. Birazdan birine verecek. Al bak, eti didildi sadece, az biraz da büküldü, işine yarar mı, al bak.
Oldum olası severdim yolculukları, gözlerimin önünde uzayı veren asfaltın bilinmez kıyısını. Yerleşmiştim koltuğuma. Ayaklarımı kenetlemiş, kollarımı kavuşturmuş, göz kapaklarıma hınzırca bir tebessüm fırlatmıştım kapanmaları adına. Bedenimin bu söz dinler hallerini seviyordum. Peki ya söz dinlemeyen ruhum!