Kapıyı dikkatlice tıklayarak içeri girdikten sonra lazım olduğunda ustalıkla kullanabildiği o kibar ses tonu ile memurlara “Merhaba, kolay gelsin!” deyip usulca ama etkili bir dil ve mimikle meramını anlatmaya başladı. Dışarıdaki yağmurlu ve soğuk havanın aksine bütün kedilerin mayışarak uyuyabileceği sıcacık ofise girdiğinde çocukluğunun gürül gürül yanan kömür sobaları geldi aklına ister istemez. Ofiste gözlerini hızlıca gezdirerek asıl patronun kim olduğunu anlamaya çalıştı bir taraftan. Arkadaki büyük masada, bütün işlerini bitirmiş gibi koltuğunu ileri geri sallayarak sesini duyamadığı yağmuru seyreden orta yaşlı adamın şef olduğunu tahmin ettikten sonra gözlerini diğer memurlara kaydırdı. En önde her hâliyle yeni olduğunu belli eden kızıl saçlı, boş bakışlı kızcağızı çabucak geçti. Onun yanındaki masada kulağındaki cihazla mesai saatlerinde aklının başka yerlerde olduğunu bir bakıma haydi haydi itiraf eden, tavırlarından tecrübeli memur havalarında olduğu hemen anlaşılabilen memurda karar kıldı.
Sol kolu ile kapattığı gözlerini, o kolu yavaşça çekip, göz kapaklarının üzerine vuran ışıktan koruyarak, özenle açtı. Sert ve soğuk bir zeminde ve giderek aydınlanan bembeyaz bir yerdeydi. Kulaklarını, yakınlardan gelen ilginç sesler doldurdu. Duvarlarda yankılanan bu çırpınışlar sessizlikte inanılmaz bir biçimde yankılanıp büyüyordu. Doğruldu, uyandıran o tok seslerin sahipleri tam karşısında geniş ve derin bir nişin içinde hayretle ona bakıyorlardı. Bu umutsuz ve bembeyaz kuşların, zaman zaman duvarlara dokunan, ipeksi fakat can yakan vuruşları çaresizliklerini de anlatıyor gibiydi. Ya da ona öyle geliyordu.
“Ben terliyorum” diyerek tepinmeye başladı. “Burası sıkış tıkış. Ayaklarımı hareket ettiremiyorum.” Su, gözleriyle Toprak’ı sakinleştirdi. Sabırla beklemesini öğütledi. Toprak, babasını özlemişti. Babası, üç gün önce mavi kamyonla götürülmüştü. Kamyona binmemek için direnmişti. Direnince ellerindeki sopalarla başına, sırtına vurup, tekmelemişlerdi. Kan içinde yerde kımıldamadan yatıyordu. Siyah çöp poşetinin içine koyup, kamyona fırlatmışlardı. Kamyonun kasasından güm diye bir ses gelmişti. Poşet yırtılmıştı. Babası kalkmaya yeltenirken, o ara Toprak’la göz göze gelmişti. Toprak’a “kaç uzaklaş” der gibiydi.
-Düşmek üzereydi. Alabildiğine yeşil bir ovada koştu, koştu ve koştu. Sonra yer bitti, gök başladı. Yol bitti, bir uçurum karşıladı onu. Aşağısı görünmüyordu. Uçurumun dibini boylamak istemiyordu. Durdu, ardına baktı korkuyla. Geliyorlardı. Kaçacak hiçbir yeri kalmamıştı. Bu sefer kesin yakalayacaklardı onu. Durdu ama düşünecek vakti de yoktu. Kaçmalıydı… “Uçmalıyım” dedi.
İçimdeki kuşlar kaçacak ufuklar arıyor bir süredir. Cehennemin içinde alevler içindeki kanatların benim gibi bir bai belasından kurtulma isteğini anlıyorum hayli hayli. Patlama sırasında meydandaki ölülerden biri olamamak. Ne büyük bir suç bu? Hayatta kalmak... Apartmanın kirli, loş boşluğunda bakışlarına takılıyorum. Kısık hıçkırıklarla karşıladı beni. "Gözaltında bir şey yaptılar mı?" Anadan üryan beklettiler desem. Koğuş soğuktu desem. Biraz ötemdeki Meral'in kanlı yüzünü gördüm yarım yamalak uykumda. Sabaha doğru bıraktılar. Alaca saatlerde ki sen kör bir zaman demiştin, bıraktılar. Ambülansları beklerken alana tomalarla girdiler o gün. Göz gözü görmüyor. Bu duman bulutu yerleşmişti üzerimize patlamadan sonra. Gün erkenden, tanrısal bir buyrukla batmıştı sanki.
“Eksik bir parça” diyorsun. Ve o eksik parçayı gün be gün düşlüyorsun. Resmin tamamını görüpte o boş kalan yer öylece durduğunda, içinde fırtınaya tutulmuşcasınaüşüyor bir bakıma. Ve yenildiğini hissettiğin an çevrendeki tüm kareler o eksik parçayı hatırlatıyor sana. O, her ne ise gözlerin onu arıyor, kulakların onu duymak istiyor. Ve bir tekrar bulanıyor heryerine ince ince. Arnavut kaldırımlarının arasına sıkışıp kalan ince topuk misali hissediyorsun kendini. Çığlık atar gibi ve çaresiz.
Adam Demek Ruslar da bir dönem kendi benliklerinden, kültürlerinden uzaklaşıp başka bir millete, kültüre özenmiş. Şaşırdım doğrusu… Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta anlattıkları doğruysa bütün Rus eliti, o müthiş balolarında, yemeklerinde kendi aralarında Fransızca konuşuyor. Evet, yemek yapmak lazım. Lazım da hiç içimden gelmiyor. Yemek yapmak başkaları için yaptığın zaman daha keyifli. Uykum da yok. En iyisi bir çay demlemeli. Yarın duruşma var. Yine aklıma geldi. Hiç aklımdan çıkıyor mu ki?.. Oysa evdeyken ne güzeldi! Ah pandemi!.. Neler açtın başıma? Çay da kalmamış. Kahve suyu koyayım en iyisi! Oysa ne kadar huzurluyduk! Ben yemekleri yapıyordum o gelmeden. Üçümüz, sofraya beraber oturuyorduk. Ne vardı benden para saklayacak? O işteyken oğlumla ne güzel vakit geçiriyorduk. Haydi şimdi kitap okuyalım, kitaptan sonra ne oynamak istersin? Savaş ve Barış… Adam ne yazmış ama! Bir ton karakter… Hepsinin birkaç tane ismi var. Korsancılık!.. Evet, en çok korsancılık oynamayı seviyordu. Nasıl da burnumda tütüyor kerata! Yarın duruşma var!
Geceyi kısalttım dün gece, erkenden uyudum. Yine de sabaha biraz geç uyandım. Neden bilmiyorum. Uyanmak istememiş olabilirim. Muhtemelen seninle biraz daha zaman geçirmek istemişimdir. Bu yüzden biraz daha seninle kaldı ruhum, rüyamda dolaştım seninle bedensiz. Bak zaman nasıl da geçiyor. Sen gideli bir hafta oldu bile. Sonra hemencecik bir ay dolacak. Ve bir de bakacağız ki bir yıl olmuş. Ömür geçecek böyle böyle. Ama sanma ki sensiz olacağız, sensiz kaldık sayacağız kendimizi. Yokluğun acı verecek fakat hemen ardından yüzümüzü güldürecek bir tebessümün sebebi gelecek aklımıza senin yarattığın. Yirmi dört saat yetmiyordu ya sana, her şeye yetişemiyorum diyordun. İşte sana sonsuzluk dedi yaradan. Artık koşturmana gerek yok dedi.
“Ah o bulutsuz gökyüzü, o çırpıntısız deniz,kumsalını, kayalıklarını uzaktan görebildiğimizada!” C.Çapan İnanılmaz güzel bir sonbahar sabahıydı. Güneş var gücüyle dallarda kalan yaprakların rengini solduruyor, rüzgâr ise tüm hafifliğine karşın onları alıp, toprağın üzerindeki arkadaşlarının yanına indiriyordu. İki yanı ağaçlı, çakıl taşları ile renklendirilmiş yolda,aslında çıplak toprağı görmek pek de mümkün olmuyordu. Üzerlerine doğru adım attıkça kuru yapraklar hafifçe yerden havalanıp tekrar uçuşarak yere iniyor ve ufalanıyorlardı. Sabahın sadeliğini ve huzurunu bozabilecek en ufak bir ses yoktu, elbette yaprakların hışırtısı dışında.
İki küçük kaya parçasıydı. Su aktı kıvrımlarından. Dibi yosun yüklü,yemyeşil bir nehirdi üzerine ışıklar düştüğünde. Köy kurak. Şehir kurak.Ulaşıp bütün çukurlarını dolduracak bir mahal yok etrafında. Köylüler parmakları arasında ufaladıkları toprak parçalarını suya atarken bir türkü mırıldanıyor sonra avuçlarını gökyüzüne açıp kanayan yaralarını göstere göstere gökyüzüne ayna oluyorlardı
Duvarlar sessizlikle sarmalanmış bir halde iken griye bulanık bir is kokusu odanın ortasına yayılmış gibiydi. Üst üste dizilmiş pembe dosyalar karıştırılmayı bekleyedursun, diğer odadan o hırıltılı sesduyuldu. “İstiyorum onu! Bir iz, bir işaret hadi çocuklar! Topuklu fırtınayı istiyorum!” Rehavete düşmüş topluluk, toprağın canlanması gibi hareketlenirken dışarda sağanakbaşlamıştı. Cama vuran her bir yağmur damlası delici bir ses çıkarır gibiydi. Delici ve kemirici...