Geniş ve büyük boşlukları sevmezdi yaşamında. Anlam arayışında çözemediği her sorunun bir heyula gibi gözlerinin önünde birikmesinden pek de haz ettiği söylenemezdi. Hele de hafta sonunun geçip bitmez gibi görünen boşluk hissini hiç kaldıramamıştı. Akşam saatinde (Saatine baktığında yedi buçuk olduğunu kavramıştı. Gözleriyle zamanı belirlemenin en iyi yolunun akrep ve yelkovanın saatin rakamları üzerindeki olağan deviniminde gerçekleştiğini düşündü.) yağmurlu İstanbul’u kalabalıkların arasına karışarak keşfetmeyi düşündü, küçük bir semtin de kentin fotoğrafı için yeterli olabileceğini düşünmek istedi zihninde.
Motorun gürültüsüyle irkildi. Gecenin bir yarısı motosikleti yumruklayan, sağ ayağıyla onu paramparça eden biri öfkeyle bağırıyordu penceredeki Arif’e. Şasi yerde paramparça. Arif’in kapısına dadanan yabancı tepeniyor amortiserin üstünde, amartiser de gitmiş güme. Vurdukça dağılan motosikleti parçalarken öldürmeye niyetlendiği Arif’in telefonun kamerasındaki yüzü canlanıyordu. Pencerenin kenarında korkuyla izliyordu olan biteni Arif o sırada. Kardeşimi mete bağlımlı ettin puşt, çık dışarı diye höykürüyordu. Arif sinmiş, ürkerek izliyordu dışarda olanları. Motorun içine etti herif, bunu tamir etmek bir motor parası ulan. Kaç gündür Ayhan abisi de malın parasını istiyordu iki gündür. Parayı buluşturacağım abi. Mahalleden gidiyorum, taşınacağım zaten. Taşınmak kaç para biliyor musun. Hem polisler de uyarıyor sürekli.
Gözlerini açtığında kendisini kapkara bir boşluğun içinde buldu. Elleriyle yattığı yeri yoklamayaçalıştı. Çokça irili ufaklı taş, pis kokulu bir toprak.. Bu pis kokulu toprak, kıpırdandıkça, altında adetabilinmeyen yönlere doğru kayıyordu. Birden lisedeki büyük aşkı Ceyda geldi aklına: Hey hanım evladı, iyi kokla bak mis gibi gübre kokuyor; işte köyün kokusu. Ananın bahçesi gibi gül,hanımeli kokmaz her yer.
“Kuşlar, kuşları unutma” dedi babam evden dışarı çıkarken. Ona tam da okulda yaptığımız kar resmini gösteriyordum ama garip bir tedirginlikle başımı okşadı ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Camdan seyrettim onu, acelesi var gibiydi, parkın içinden geçen karlı yolun sonunda nokta kadar kaldı ve kayboldu. Elimde resim defterimle bakakaldım arkasından. Sanki son sözü buymuş gibi söyledi ama ben anlamadım, neden kuşlar?
Gözlerini açtı, önce hiçbir şey göremiyormuş gibi geldi. İki eliyle ovuşturdu, tekrarbaktı. Şimdi netleşmişti görüntüler. Susuzluktan kupkuruydu ağzının içi. İğrenç bir metalik ya da paslı bir tat vardı. “Sanki hiç pas yalamışlığım varmış gibi”gülümsemek istedi beceremedi. Ne yapacağını bilemez halde yatarken yanında birsıcaklık ve bir soluk alıp veriş hissetti. Yavaşça ve merakla başını çevirdi. Sırtı hafifçe kapıya dönük, nemli saçları yastığın üzerine yayılmış genç bir kadın gördü. Çıplak bedenini incecik örtü kısmen kapatıyordu. Ensesinde ve kollarındaki minicik, kumral tüyler güneşin taze ışıkları ile parlıyordu. Yattığı yerden küçük göğüslerinin, kızıl kahverengine yakın renkte, minik üzüm taneciklerini andıran uçlarını görebiliyordu. Bu minik çıkıntılar her soluk alıp verişinde yükselip alçalıyorlardı.
Sandaldayız. Ediz, Ben, Nevra. Ediz’in o günlerde babasıyla arası iyi değil. Hırlaşıyorlar devamlı. Sahildeki balık lokantalarından neşeli şarkılar yükseliyor. Konuşmuyoruz hiç. Uzakları, çok uzakları düşlüyoruz. Beyaz evler, evlerin pencerelerinde rengârenk çiçekler, bisikletli insanlar, parke taşlı dar sokaklar, sokaklara yayılan şarkıların ezgileri, şık mağazaların sıralandığı ışıklı caddeler. Özgürlük. Sular ülkesi. Ediz’in düşleri… Düşlerimiz.
Ekimin yirmi dokuzuydu geldiklerinde. O gün başlamıştı ya kar daha da dinmemişti sanki. Şimdiyse kasaba mıydı yoksa beyaz tabut muydu bilinmez. Kışın ortası. Yollar çoktan kapandı. Ne gelen var dışarılardan ne de gidebilen. Geceler uzun. Öyle bir uzun ki hem de... Ör ör bitmiyor. Ne yana dönse korkuyla yüz yüze gelir. Çıkamaz yorganın altından bir türlü. Kurtulamaz ağırlıktan. Ay bazı geceler doğuyor. Bazıysa hiç. Toprağa hasret çocuklar. Evcilikler odaların köşelerinde. Tornetler merdiven altlarında toz tuttu çoktan. Daha şimdiden unutuldu toprağın kokusu. Görüp göreceği Hakimin hanımı, Nazımın kırmızı suratı. Canavardır kurtlar geceleri. Sürüyle gezerler aç bilâç. Gözleri birer ateşböceği. Ama şu işi nasıl etmeli. Hakimin hanımına gidip soracak bugün. Utansa da sıkılsa da soracak... Bir yolu vardır elbet. O bilir muhakkak. Bilmeli hem. Onca zamandır buradalarmış. Bir de Nazım Efendi. Ama ona nasıl sorsun? Nasıl desin?
Kapı çaldı. Evde kimse yok. Tekinsiz geldi bu ıssızlık. Korkutucu değil bu karanlık. Belki de gözüm alıştı sessizliğe. Gündüzleri yan odada iniltili bir ses. Abi nasıl oldun bugün, seslenişi. Halam olmalı. Babamın uysal bir hastaya dönüşmesi. Halbuki oldum olası sevmez hastalıkları. Bir süre daha yatağa mahkum. Uyumuş olmalı babam nihayet. İniltiler kesilmiş. Gecenin ışığı belli belirsiz girdi pencereden. Kaç gündür tekinsiz hissediyorum kendimi. Ürkek bir güvercinin sığınağı gibi odam Saat iki olmuş. Yarım yamalak uyumuşum belli ki. Sanrılı uykular benimkisi. Tavşan uykusu denilenden belki de. Kabuslarla geçen bir gecenin tüm yorgunluk hali. Kemiklerim ağrıyor, içimde bir şeyler de. Soyut, ulaşılmaz uzaklıkta bir acı. Karabasanlardan besleniyor üstelik. Beni o acımasız kararsızlığımla bir başına bırakıyor gece. Çoğu kez sabaha dek uyuyamadığım oluyor üstelik.
Umumi harpten birkaç yıl öncesi, on beşime yeni basmışım o zamanlar. Anam gürbüz delikanlı oldun, kendi ekmeğini çıkarma vaktindir diyerekten beni Sevda Hanım’ın tütün tarlasına işçi olarak vermişti. O zamanlar Ulu Çeşme'den zeytinliğe uzanan tüm o arazi Sevda Hanım’ındı. Mal varlığı ile ünlenmiş bu kadını, yöre halkı pek sever sayardı. Bir derdi olan Sevda Hanım'a varır, dertli girdiği kapıdan dermanını bulmuş olarak çıkardı. Hayır işi olanın, Sevda Hanım'ın duasını almadan işi rast gitmezdi. Beni de pek severdi, hiç yanından ayırmazdı. Gün doğmadan evvel Tülkatre’yi dörtnala sürer, yüzümüzü yalayan sabah meltemi eşliğinde antik tapınağın harabesine varırdık. Sevda Hanım; taş yığınlarının arasında gezinirken kaftanının iç cebinden, babasından yadigâr pusulayı çıkarırdı. Pusulayı avuç içine yaslayıp bir müddet sessizce gözyaşı dökerdi. Tülkatre’nin homurdanmayı andıran kişnemesini duyunca boşta kalan eli ile hızla gözyaşlarını siler, baharın müjdecisi erguvanlara eş dudaklarına bir tebessüm yerleştirir ve beni çağırırdı; -Tahsin, gel! Gurbet kuşlarını bekleyelim!
Zaman dondu. Saatin olağanlığında akan tik taklar kesildi. Kan denizi yükseldi çevremizde. Kırmızı boya değil, sahici kan. Oluk oluk. Boğuluyoruz. Parçalanmış cesetlerimiz arasında çıkıveren seslerimiz duyulmaz oldu. Ölüme bir o kadar alışık, yitmeye bir o kadar yazgılı kentimizin bu mütevazı tiyatro salonunda celladımızla paramparça oluverdik. Bir tragedya rutini içinde kötücül kahramanların istediği replikleri söylemeye o kadar alışmıştık ki yaşamak için, bu sefer doğaçlama gelişti her şey. Özgür çağrışımlara yer yoktur halbuki tragedyalarda. Uzak, öte zamanların içinden çıkıveren ozan çağladı en acı dizelerini. Koro için kurgulamıştı bu sahneler. Onaylayan, anlatan kalabalık için. Aykırı sözcükler de nereden çıkmıştı? Yönetmen öfke kusuyor oyunculara. Sahnede metin dışılığa izin yok halbuki.
“İşbu dilekçede maruzatım olan şikayetimi bir önceki dilekçelerimde de ifade etmiştim. Yüksek makamlardaki beyefendilerin kulak ardı ettiğine ihtimal vermeyip bu sıkıntılarımı yeniden dile getirmek isterim. Öncelikle geçen akşam mahalleyi torbacılara, ite kopuğa bırakan, afedersiniz haddimi aştım, yani elbette emniyetten mesul bu arkadaşlara laf söylemek bana düşmez ama bir iki aynasız arkadaş çok fazla can ciğer kuzu sarması oldukları Akif’e kahve ziyaretine gidince canım sıkıldı bir şekilde. Kaç gecedir müşterileri eli ayağını çekince biz mahalleliler de zatı şahanenin pek sayın polisler tarafından kulağının çekildiğini, öyle hap, ot, şeker ve bilumum keyif verici şeyi satacaksan bari göz önünde satma, çaktırma oğlum dediklerini düşündük ne yalan söylemeli.