Sabahın ilk saatleri. Evden kuşluk vakti yollara düşmek katlanılmaz hâlâ. Sabah ezanı çoktan okundu, müezzinin sabah makamında yayılan sesiyle zar zor uyandım. Gözlerimi açmam için set bir kahve içmem gerek besbelli ayılmak için. Ilık yatağımdan kalkmak, aylaklık hallerimden arınmanın zamanı. Sabahları eve bir yabancı gözüyle, aidiyetlerden uzak bakmak gerek, sokağa bedenini ve aklını bir bütün olarak bırakmanın tek çaresi aitliklerini unutmak olsa gerek. Uykudan uyanmaya inat ediyor gözlerim, yanı başımda mırıltılar içinde uyuyor kedim. Banyoya girince ilk işim musluğu açıp suyun akışına kulak vermek, suyun akışındaki artan basınç beni kendime getirebilir. Alarm ısrarla çalıyor, gözlerim hâlâ kapanık, uykunun limanlarına demir atmış halini geride bırakmış.
“Kuşlar, kuşları unutma” dedi babam evden dışarı çıkarken. Ona tam da okulda yaptığımız kar resmini gösteriyordum ama garip bir tedirginlikle başımı okşadı ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Camdan seyrettim onu, acelesi var gibiydi, parkın içinden geçen karlı yolun sonunda nokta kadar kaldı ve kayboldu. Elimde resim defterimle bakakaldım arkasından. Sanki son sözü buymuş gibi söyledi ama ben anlamadım, neden kuşlar?
Gözlerini açtı, önce hiçbir şey göremiyormuş gibi geldi. İki eliyle ovuşturdu, tekrarbaktı. Şimdi netleşmişti görüntüler. Susuzluktan kupkuruydu ağzının içi. İğrenç bir metalik ya da paslı bir tat vardı. “Sanki hiç pas yalamışlığım varmış gibi”gülümsemek istedi beceremedi. Ne yapacağını bilemez halde yatarken yanında birsıcaklık ve bir soluk alıp veriş hissetti. Yavaşça ve merakla başını çevirdi. Sırtı hafifçe kapıya dönük, nemli saçları yastığın üzerine yayılmış genç bir kadın gördü. Çıplak bedenini incecik örtü kısmen kapatıyordu. Ensesinde ve kollarındaki minicik, kumral tüyler güneşin taze ışıkları ile parlıyordu. Yattığı yerden küçük göğüslerinin, kızıl kahverengine yakın renkte, minik üzüm taneciklerini andıran uçlarını görebiliyordu. Bu minik çıkıntılar her soluk alıp verişinde yükselip alçalıyorlardı.
Ekimin yirmi dokuzuydu geldiklerinde. O gün başlamıştı ya kar daha da dinmemişti sanki. Şimdiyse kasaba mıydı yoksa beyaz tabut muydu bilinmez. Kışın ortası. Yollar çoktan kapandı. Ne gelen var dışarılardan ne de gidebilen. Geceler uzun. Öyle bir uzun ki hem de... Ör ör bitmiyor. Ne yana dönse korkuyla yüz yüze gelir. Çıkamaz yorganın altından bir türlü. Kurtulamaz ağırlıktan. Ay bazı geceler doğuyor. Bazıysa hiç. Toprağa hasret çocuklar. Evcilikler odaların köşelerinde. Tornetler merdiven altlarında toz tuttu çoktan. Daha şimdiden unutuldu toprağın kokusu. Görüp göreceği Hakimin hanımı, Nazımın kırmızı suratı. Canavardır kurtlar geceleri. Sürüyle gezerler aç bilâç. Gözleri birer ateşböceği. Ama şu işi nasıl etmeli. Hakimin hanımına gidip soracak bugün. Utansa da sıkılsa da soracak... Bir yolu vardır elbet. O bilir muhakkak. Bilmeli hem. Onca zamandır buradalarmış. Bir de Nazım Efendi. Ama ona nasıl sorsun? Nasıl desin?
Sokağa vardığında akşamın ıssızlaştırdığı kentin insanları evlerine hapseden yalnızlık duygusuna içten içe kızmıştı. Yürüyordu daracık sokaklarıyla bu eski kentin bir kenar mahallesinde. Kahvehaneler, Kürtçe, Arapça sözcükler arasında Ortadoğu çarşılarının buhur kokularıyla da tanışmıştı. Aslında kendi içinde büyüttüğü eski kenti, geçmişe dair anımsamaları bu kentin ayrıntılarını da belirlemeye başlamıştı. Binlerce felaketi arkasında bırakmış şehirliler, dinginliği evlerine sığınmakta ararken o hala şehrin dar sokaklarında bir adres belirlemeye uğraşıyordu. Bir adres, bir kimlik mi? Anlaşılmaz bir aidiyet duygusuydu onu yola düşüren. Bir yaz sıcağında varmıştı Güneydoğu’nun bu eski kentine. Güneşin kavuruculuğunda “Güneş doğudan yükselir.”sözünü doğrulamak istercesine erkenden kalkmayı alışkanlık haline getirmiş, Mardin’in kıpkızıl ovalarında (ya da kızıl denizinde) yıllardır sözü edilen kültürel bileşimi kavramaya çalışıyordu. Bir şekilde Güneşe Yolculuk’un bu coğrafyalara uzanan tabutun içinde genç ölüyü kalabalıklar arasında görüverdi sanki.
nsanlar dik başlı biri olduğum konusunda hemfikirler. Haksız da sayılmazlar. Genetik aktarım, kabul ediyorum. Ancak bana rağmen, benim de ara sıra başım öne düşer. Yere bakarım, toprağa. Üzerindeki çimene, açmışsa bir çiçeğe, dalından düşen bir yaprak varsa ona. Sonra önüme bakarım. Yürümek gerek çünkü. Yürürken de önüne bakmalıdır insan. Ben de öyle yaparım çoğu zaman. Ve ara ara, durup etrafıma da bakarım elbet. Ancak durmakla vakit kaybetmemek gerek. Yolda olmak, yürümek gerek…
Zaman dondu. Saatin olağanlığında akan tik taklar kesildi. Kan denizi yükseldi çevremizde. Kırmızı boya değil, sahici kan. Oluk oluk. Boğuluyoruz. Parçalanmış cesetlerimiz arasında çıkıveren seslerimiz duyulmaz oldu. Ölüme bir o kadar alışık, yitmeye bir o kadar yazgılı kentimizin bu mütevazı tiyatro salonunda celladımızla paramparça oluverdik. Bir tragedya rutini içinde kötücül kahramanların istediği replikleri söylemeye o kadar alışmıştık ki yaşamak için, bu sefer doğaçlama gelişti her şey. Özgür çağrışımlara yer yoktur halbuki tragedyalarda. Uzak, öte zamanların içinden çıkıveren ozan çağladı en acı dizelerini. Koro için kurgulamıştı bu sahneler. Onaylayan, anlatan kalabalık için. Aykırı sözcükler de nereden çıkmıştı? Yönetmen öfke kusuyor oyunculara. Sahnede metin dışılığa izin yok halbuki.
“İşbu dilekçede maruzatım olan şikayetimi bir önceki dilekçelerimde de ifade etmiştim. Yüksek makamlardaki beyefendilerin kulak ardı ettiğine ihtimal vermeyip bu sıkıntılarımı yeniden dile getirmek isterim. Öncelikle geçen akşam mahalleyi torbacılara, ite kopuğa bırakan, afedersiniz haddimi aştım, yani elbette emniyetten mesul bu arkadaşlara laf söylemek bana düşmez ama bir iki aynasız arkadaş çok fazla can ciğer kuzu sarması oldukları Akif’e kahve ziyaretine gidince canım sıkıldı bir şekilde. Kaç gecedir müşterileri eli ayağını çekince biz mahalleliler de zatı şahanenin pek sayın polisler tarafından kulağının çekildiğini, öyle hap, ot, şeker ve bilumum keyif verici şeyi satacaksan bari göz önünde satma, çaktırma oğlum dediklerini düşündük ne yalan söylemeli.
Yaşlı adam, torununun bilgisayarı kapatmadığından emindi. Elektriğin boşa gitmemesi için bilgisayarı kapatmak için Demir’in odasına girdi. Demir de arkadaşlarıyla konuşurken dedesinin balkonda olmadığını görüp odasına gittiğini tahmin etti. Yine fişten çekecek ve tekrar bilgisayarın başına oturduğunda problem yaşayacaktı Demir. Neyse, dedi içinden ve arkadaşlarıyla başladığı sohbete geri döndü. Yaşlı adam, bilgisayar koltuğuna oturdu. Torununa çok içerlemişti. Yalnızca bu gün olan olaya değildi içerleyişi. Örneğin, Demir ona bilgisayarı kullanmayı öğretirken de dedesini incitiyordu. Yaşlı adam, yeni teknolojiyi kavrayamıyordu bir türlü. Torununun çağın gerisinde kaldığını söyleyen bakışlarına dayanamıyordu. Kaplumbağa misali, kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmiyordu yeni nesil. Bir yandan böyle düşünüyor, bir yandan da bilgisayarı kapatmaya çalışıyordu. Rastgele bir tuşa bastı. Geri tuşuna bastığının farkında bile değildi.
Bizim eve beş dakika mesafede olsalar da amcamın hastalığından dolayı gelmek istemiyorlar. Ameliyatından beridir keyfi yok zaten amcamın. Yeni yıl masasının etrafını sarmışız. En güzel mutfak sohbetlerimizden birini yapıyoruz. Sohbet bitmiyor, gülüşüyoruz konuştuklarımıza. Yeni yıla girince dileklerimizi sıralamaya başlıyoruz. Yeni yıldan beklentilerimizi; sağlık, para, huzur… Bitmiyor ki beklentilerimiz…
Gecenin bir yerinde incecik bir tıkırtı hissedip uyandı. Ayak ucundaki ahşap kitaplığın arkasından sesler geliyordu. Göğüs kafesini terk etmek üzere olan yüreği,çırpınıyordu. Bütün cesaretini toplayıp doğruldu yataktan. Yavaşça baş ucundaki çok sevdiği, eski okuma lambasını açtı. Kitaplığa yaklaştı, sesler yakınlaştı. Raflarda görünen hiçbir değişiklik, kıpırtı yoktu. Fakat seslerin, hemen onların altında yer alan küçük çekmeceden geldiğini fark etti. Derin bir soluk alıp gücünü topladı, acaba bütün ışıkları açsa mıydı? Bir iki saniye sonra bu fikrinden vazgeçti. Büyü bozulabilir, her şey yok olabilir ya da eski monoton haline dönebilirdi.