Garın tepesindeki kızıllık Mine’nin yüzündeki pembeliği belirginleştirdi. Çıkarken makyajını alelacele silmişti. Yaşını belli etmiyorsun abla. Kim iddia edebilir senin kırkını geçirdiğini diye yılıştı yine. Mine'nin hayli alımlı, işveli olduğunu düşünürdü zaten. Kadının gamzesi belirdi yine her zamanki gibi.
Gözlerini açtı. Hiçbir şey göremiyor gibiydi; elleriyle ovuşturdu, göz kapakları sarkık ve buruşuktu. Hava henüz aydınlanmamıştı. Başucundaki komodinin üzerinde, ilaç kutularının yanında duran, kalın camlı gözlüğü taktı. Zorlukla doğrulup bacaklarını aşağıya sarkıttı. Ayakları iri ve sıskaydı. Parmakları uzun ve çirkin görünüyordu.
“Elimde olsa hücrelerinizi bir tamirci titizliğiyle onarırdım. Ancak benimki bir nevi siber terapistlik. Sekiz yıl uzay zaman ve mekan psikolojisi alanında dirsek çürütsem de sahiden sizi şirketin gen bankasından çıkaramam ama dinleyebilirim istediğiniz kadar .” Gök plazanın en üst katında gezegenin yapay mavisiyle çevrelenmiş küreyi izledi. Yatıştırıcı ve sevecendi Z1’in ses tonu.
Arif'le akşamın kör saatlerinde kasabanın sahil şeridinde dolanıyorduk. Okulu asmıştık. Gömleklerimizi pantolonlarımızın dışına atmış, ceketlerimizi, kravatlarımızı eprimiş, ahı gitmiş vahı kalmış sırt çantalarımızın içine tıkıştırmıştık. Kayalıkların dibinde oturup demlenecektik. “Balık tutalım,” demişti.
Kalkınca ilk işi duşa girmek oldu. Suyla oynaşırken bedeniyle yeniden tanışmayı severdi. Su görünür kılardı her şeyi. Bedenindeki fark etmediği şeyler dikkatini çekti. Onlarla tanışmak için suya tuttu. Endam aynasında ıslak bedenine iyice baktı. Hep öyle yapardı. Her sabah bedeniyle yeniden tanışıp vedalaşır sonra da dünyayı değiştirmek için sokaklara koşardı.
“Biz ölüler bu uğursuz topraklarda bu sona bir şekilde razı olduk. Son nefesimizi verip vermediğimizden emin değildik halbuki Pusuda bekleyen birileri var sanki orada. Tekinsiz bir hal bu.” Ulumaya başlayan kurtlar kıpkızıl vadinin üstündeki leşçilere kızıyor o sırada. Avlarına ortak olmaları katlanılır gibi değil.
Bizim evin cümlelerini oğlum kurar. O sır olup gittiğinden beri dilimizdeki cümleler eskidi, giderek onun gibi kayboldu. O yönsüz bir kırlangıç gibi gideli, her şeyi, derdimizi bir cümleye sığdırdık: "Kayıp!" Şimdi Adana'da oturuyoruz. Evvelinde Hakkari'deydik. geçmişimiz ve geleceğimiz hariç, her şeyimizi geride bırakıp, sularla, Ters Lale ve Sümbül Dağı ile vedalaşıp dilimizi ve kalbimizi alıp göçtük.
Camdan sokağı çepeçevre kuşatan konduların üçüncü, dördüncü çıkma katlarına gözü iliştiğinde hatırladıklarının silikleştiğini fark etti. Gün batmak üzere. Kemal bir iki saate döner işten. “Yemek hazır mı?” diye sorar kapının eşiğinde ayakkabısını çıkarırken. Bok yesin. Sahi domates salçası mı biber mi daha iyi gider yemeğe. Ellerini dizlerinin üstünde dalıp giti o an. Nesrin’in sesiyle irkildi. Bizimki de kıçını yayarak sızıyor çoğu kez. Neyse arada hevesleniyor bana. Çocuklar işitmesin diye kapıyı bacayı da kapatıyor vallaha. Gülmeye başladı çayını höpürdeterek içerken.
Çağrışımlar, inkarlar, hezeyanlar ve çığlıklar; arada mutlu çocukluk yanılsaması. Coğrafyanın yazgısı dediğim o vazgeçilmez suskunluğum. İnsan ana diliyle ağlamalı, hatta kahkaha atarken tanıdık sesler çıkmalı ağzından. Sürgündeki yazarın kendi dilinin sözcüklerinde çocuksu bir gezintiye benzerdi tanış sözcükleri aramak. Yine kalabalıklar geziniyor rüyamda.
Sokak hala ıssız. Gece kıpkırmızı... Kar başlayacak birazdan... Zaman ne kadar da çabuk geçiyor. Azar azar, usul usul. Gözlerini açıp karanlığın bağrına bakarken yine aynı şey vardı aklında. Ölümden korkmuş muydu hiç? Ölmekten ve ölen bütün her şeyden. Anılarda kalmıştı bütün hayatı. Eski fotoğraf albümlerinin unutulmaya yüz tutmuş sayfalarında... Tüm varlığı eskiyordu. Bir başınalığını giderek daha çok vuruyordu yüzüne bedenindeki yaşlı ağrılar. Yok, eskisi gibi değildi hiçbir şey. Anılardaydı bütün korkuları artık...