Sokağa vardığında akşamın ıssızlaştırdığı kentin insanları evlerine hapseden yalnızlık duygusuna içten içe kızmıştı. Yürüyordu daracık sokaklarıyla bu eski kentin bir kenar mahallesinde. Kahvehaneler, Kürtçe, Arapça sözcükler arasında Ortadoğu çarşılarının buhur kokularıyla da tanışmıştı. Aslında kendi içinde büyüttüğü eski kenti, geçmişe dair anımsamaları bu kentin ayrıntılarını da belirlemeye başlamıştı. Binlerce felaketi arkasında bırakmış şehirliler, dinginliği evlerine sığınmakta ararken o hala şehrin dar sokaklarında bir adres belirlemeye uğraşıyordu. Bir adres, bir kimlik mi? Anlaşılmaz bir aidiyet duygusuydu onu yola düşüren. Bir yaz sıcağında varmıştı Güneydoğu’nun bu eski kentine. Güneşin kavuruculuğunda “Güneş doğudan yükselir.”sözünü doğrulamak istercesine erkenden kalkmayı alışkanlık haline getirmiş, Mardin’in kıpkızıl ovalarında (ya da kızıl denizinde) yıllardır sözü edilen kültürel bileşimi kavramaya çalışıyordu. Bir şekilde Güneşe Yolculuk’un bu coğrafyalara uzanan tabutun içinde genç ölüyü kalabalıklar arasında görüverdi sanki.
nsanlar dik başlı biri olduğum konusunda hemfikirler. Haksız da sayılmazlar. Genetik aktarım, kabul ediyorum. Ancak bana rağmen, benim de ara sıra başım öne düşer. Yere bakarım, toprağa. Üzerindeki çimene, açmışsa bir çiçeğe, dalından düşen bir yaprak varsa ona. Sonra önüme bakarım. Yürümek gerek çünkü. Yürürken de önüne bakmalıdır insan. Ben de öyle yaparım çoğu zaman. Ve ara ara, durup etrafıma da bakarım elbet. Ancak durmakla vakit kaybetmemek gerek. Yolda olmak, yürümek gerek…
Kapı çaldı. Evde kimse yok. Tekinsiz geldi bu ıssızlık. Korkutucu değil bu karanlık. Belki de gözüm alıştı sessizliğe. Gündüzleri yan odada iniltili bir ses. Abi nasıl oldun bugün, seslenişi. Halam olmalı. Babamın uysal bir hastaya dönüşmesi. Halbuki oldum olası sevmez hastalıkları. Bir süre daha yatağa mahkum. Uyumuş olmalı babam nihayet. İniltiler kesilmiş. Gecenin ışığı belli belirsiz girdi pencereden. Kaç gündür tekinsiz hissediyorum kendimi. Ürkek bir güvercinin sığınağı gibi odam Saat iki olmuş. Yarım yamalak uyumuşum belli ki. Sanrılı uykular benimkisi. Tavşan uykusu denilenden belki de. Kabuslarla geçen bir gecenin tüm yorgunluk hali. Kemiklerim ağrıyor, içimde bir şeyler de. Soyut, ulaşılmaz uzaklıkta bir acı. Karabasanlardan besleniyor üstelik. Beni o acımasız kararsızlığımla bir başına bırakıyor gece. Çoğu kez sabaha dek uyuyamadığım oluyor üstelik.
Umumi harpten birkaç yıl öncesi, on beşime yeni basmışım o zamanlar. Anam gürbüz delikanlı oldun, kendi ekmeğini çıkarma vaktindir diyerekten beni Sevda Hanım’ın tütün tarlasına işçi olarak vermişti. O zamanlar Ulu Çeşme'den zeytinliğe uzanan tüm o arazi Sevda Hanım’ındı. Mal varlığı ile ünlenmiş bu kadını, yöre halkı pek sever sayardı. Bir derdi olan Sevda Hanım'a varır, dertli girdiği kapıdan dermanını bulmuş olarak çıkardı. Hayır işi olanın, Sevda Hanım'ın duasını almadan işi rast gitmezdi. Beni de pek severdi, hiç yanından ayırmazdı. Gün doğmadan evvel Tülkatre’yi dörtnala sürer, yüzümüzü yalayan sabah meltemi eşliğinde antik tapınağın harabesine varırdık. Sevda Hanım; taş yığınlarının arasında gezinirken kaftanının iç cebinden, babasından yadigâr pusulayı çıkarırdı. Pusulayı avuç içine yaslayıp bir müddet sessizce gözyaşı dökerdi. Tülkatre’nin homurdanmayı andıran kişnemesini duyunca boşta kalan eli ile hızla gözyaşlarını siler, baharın müjdecisi erguvanlara eş dudaklarına bir tebessüm yerleştirir ve beni çağırırdı; -Tahsin, gel! Gurbet kuşlarını bekleyelim!
-Tunaaa" diye seslendi halası. Yavrum kedilerin kuyruğundan çekilmez bilmiyor musun, kedimize eziyet etme, çık dışarı arkadaşlarınla oyna lütfen. Nasıl da kıymetliydi kedileri halası ve amcası için, mamaları bile özel siparişle gelirdi. -Benim burada arkadaşlarım yok ki, dedi Tuna. -O zaman sessiz otur, gürültü etme, amcan rahatsız oluyor, babaannen çok yaşlı sese gelemiyor. -Eve götürün beni o zaman canım sıkılıyor.
Zaman dondu. Saatin olağanlığında akan tik taklar kesildi. Kan denizi yükseldi çevremizde. Kırmızı boya değil, sahici kan. Oluk oluk. Boğuluyoruz. Parçalanmış cesetlerimiz arasında çıkıveren seslerimiz duyulmaz oldu. Ölüme bir o kadar alışık, yitmeye bir o kadar yazgılı kentimizin bu mütevazı tiyatro salonunda celladımızla paramparça oluverdik. Bir tragedya rutini içinde kötücül kahramanların istediği replikleri söylemeye o kadar alışmıştık ki yaşamak için, bu sefer doğaçlama gelişti her şey. Özgür çağrışımlara yer yoktur halbuki tragedyalarda. Uzak, öte zamanların içinden çıkıveren ozan çağladı en acı dizelerini. Koro için kurgulamıştı bu sahneler. Onaylayan, anlatan kalabalık için. Aykırı sözcükler de nereden çıkmıştı? Yönetmen öfke kusuyor oyunculara. Sahnede metin dışılığa izin yok halbuki.
“İşbu dilekçede maruzatım olan şikayetimi bir önceki dilekçelerimde de ifade etmiştim. Yüksek makamlardaki beyefendilerin kulak ardı ettiğine ihtimal vermeyip bu sıkıntılarımı yeniden dile getirmek isterim. Öncelikle geçen akşam mahalleyi torbacılara, ite kopuğa bırakan, afedersiniz haddimi aştım, yani elbette emniyetten mesul bu arkadaşlara laf söylemek bana düşmez ama bir iki aynasız arkadaş çok fazla can ciğer kuzu sarması oldukları Akif’e kahve ziyaretine gidince canım sıkıldı bir şekilde. Kaç gecedir müşterileri eli ayağını çekince biz mahalleliler de zatı şahanenin pek sayın polisler tarafından kulağının çekildiğini, öyle hap, ot, şeker ve bilumum keyif verici şeyi satacaksan bari göz önünde satma, çaktırma oğlum dediklerini düşündük ne yalan söylemeli.
Sağ elindeki soğuk metal kütleyi yavaşça yere bıraktı. Ağır, ağır diz çöktü. Ellerini başının arkasında birleştirdi. Vurulmamak için yapacağı başka hiçbir şey yoktu. İçeri doluşan iri kıyım adamlardan biri silahı aldı, diğer ikisi kollarından tutup yere yüzükoyun yatırdı ve birisi üzerine çöktü diziyle. Şimdi başka bir soğuk metal bileklerini kavramıştı. Havasız kalmış gibiydi, bir taraftan titriyor diğer yandan korkuyordu.
Dere kenarından toplarız killi çamuru, saçları parlatır yumuşatır. Tasın içinde sulandırdı kili, duruladı, duruladı. Dolanan saçlarımı sabırla taradı. Bu sefer saçlarımı tararken, kemik tarağı kızgın bir azarla kafama kafama indirmiyor. Hiç olmamış oyuncak bebeği ile oynar gibi oynuyor saçlarımla. Ağıt yakıyor. “Bebexti keça min…” Niye bahtsız kızım diyor ki anam bana? Kırk örük yapıyor saçlarımı. Kara çaputlarla düğümler atıyor. Kara bir entari giydiriyor bana. Boyu topuklarıma geliyor. Başıma kara bir yaşmak bağlıyor, kara kapkara… Niye siyah giydim ki? Okula mı acep? Seviniyor içim, böyle koşmak, karların içinde yuvarlanmak, üşümek, yeniden ısınmak. Anamı barç barç öpmek... Elimi tutuyor, tandırlıktan çıkıyoruz. Rojin bibilerin damlarına doğru yürüyoruz. Evlerimiz yakıncana.
Parmaklıkların arkasında bekleyen kalabalığa bakışları takıldı. Ürkmüş her biri. Gecenin bir yarısında apar topar tıkıldılar buraya. Gözlerinin feri kaçmış, yorgun gölgeler gibi dağıldılar yarım yamalak gün ışığı alan sığınağa. Hastanenin cezaevini anımsatan soğuk duvarları arasında tedirginlikle yürüdüler. Ağır aksak adımları, yekinmek isteğini yitirmiş gibi herbiri. Gezegeni saran vebaya karşı kayıtsızlık hali bunaltıcı geldi yaşlı adama. Kısık bir sesle B’ye yalvardı.
Yaşlı adam, torununun bilgisayarı kapatmadığından emindi. Elektriğin boşa gitmemesi için bilgisayarı kapatmak için Demir’in odasına girdi. Demir de arkadaşlarıyla konuşurken dedesinin balkonda olmadığını görüp odasına gittiğini tahmin etti. Yine fişten çekecek ve tekrar bilgisayarın başına oturduğunda problem yaşayacaktı Demir. Neyse, dedi içinden ve arkadaşlarıyla başladığı sohbete geri döndü. Yaşlı adam, bilgisayar koltuğuna oturdu. Torununa çok içerlemişti. Yalnızca bu gün olan olaya değildi içerleyişi. Örneğin, Demir ona bilgisayarı kullanmayı öğretirken de dedesini incitiyordu. Yaşlı adam, yeni teknolojiyi kavrayamıyordu bir türlü. Torununun çağın gerisinde kaldığını söyleyen bakışlarına dayanamıyordu. Kaplumbağa misali, kabuğundan çıkmış kabuğunu beğenmiyordu yeni nesil. Bir yandan böyle düşünüyor, bir yandan da bilgisayarı kapatmaya çalışıyordu. Rastgele bir tuşa bastı. Geri tuşuna bastığının farkında bile değildi.