-Düşmek üzereydi. Alabildiğine yeşil bir ovada koştu, koştu ve koştu. Sonra yer bitti, gök başladı. Yol bitti, bir uçurum karşıladı onu. Aşağısı görünmüyordu. Uçurumun dibini boylamak istemiyordu. Durdu, ardına baktı korkuyla. Geliyorlardı. Kaçacak hiçbir yeri kalmamıştı. Bu sefer kesin yakalayacaklardı onu. Durdu ama düşünecek vakti de yoktu. Kaçmalıydı… “Uçmalıyım” dedi.
İçimdeki kuşlar kaçacak ufuklar arıyor bir süredir. Cehennemin içinde alevler içindeki kanatların benim gibi bir bai belasından kurtulma isteğini anlıyorum hayli hayli. Patlama sırasında meydandaki ölülerden biri olamamak. Ne büyük bir suç bu? Hayatta kalmak... Apartmanın kirli, loş boşluğunda bakışlarına takılıyorum. Kısık hıçkırıklarla karşıladı beni. "Gözaltında bir şey yaptılar mı?" Anadan üryan beklettiler desem. Koğuş soğuktu desem. Biraz ötemdeki Meral'in kanlı yüzünü gördüm yarım yamalak uykumda. Sabaha doğru bıraktılar. Alaca saatlerde ki sen kör bir zaman demiştin, bıraktılar. Ambülansları beklerken alana tomalarla girdiler o gün. Göz gözü görmüyor. Bu duman bulutu yerleşmişti üzerimize patlamadan sonra. Gün erkenden, tanrısal bir buyrukla batmıştı sanki.
“Eksik bir parça” diyorsun. Ve o eksik parçayı gün be gün düşlüyorsun. Resmin tamamını görüpte o boş kalan yer öylece durduğunda, içinde fırtınaya tutulmuşcasınaüşüyor bir bakıma. Ve yenildiğini hissettiğin an çevrendeki tüm kareler o eksik parçayı hatırlatıyor sana. O, her ne ise gözlerin onu arıyor, kulakların onu duymak istiyor. Ve bir tekrar bulanıyor heryerine ince ince. Arnavut kaldırımlarının arasına sıkışıp kalan ince topuk misali hissediyorsun kendini. Çığlık atar gibi ve çaresiz.
Adam Demek Ruslar da bir dönem kendi benliklerinden, kültürlerinden uzaklaşıp başka bir millete, kültüre özenmiş. Şaşırdım doğrusu… Tolstoy’un Savaş ve Barış’ta anlattıkları doğruysa bütün Rus eliti, o müthiş balolarında, yemeklerinde kendi aralarında Fransızca konuşuyor. Evet, yemek yapmak lazım. Lazım da hiç içimden gelmiyor. Yemek yapmak başkaları için yaptığın zaman daha keyifli. Uykum da yok. En iyisi bir çay demlemeli. Yarın duruşma var. Yine aklıma geldi. Hiç aklımdan çıkıyor mu ki?.. Oysa evdeyken ne güzeldi! Ah pandemi!.. Neler açtın başıma? Çay da kalmamış. Kahve suyu koyayım en iyisi! Oysa ne kadar huzurluyduk! Ben yemekleri yapıyordum o gelmeden. Üçümüz, sofraya beraber oturuyorduk. Ne vardı benden para saklayacak? O işteyken oğlumla ne güzel vakit geçiriyorduk. Haydi şimdi kitap okuyalım, kitaptan sonra ne oynamak istersin? Savaş ve Barış… Adam ne yazmış ama! Bir ton karakter… Hepsinin birkaç tane ismi var. Korsancılık!.. Evet, en çok korsancılık oynamayı seviyordu. Nasıl da burnumda tütüyor kerata! Yarın duruşma var!
Geceyi kısalttım dün gece, erkenden uyudum. Yine de sabaha biraz geç uyandım. Neden bilmiyorum. Uyanmak istememiş olabilirim. Muhtemelen seninle biraz daha zaman geçirmek istemişimdir. Bu yüzden biraz daha seninle kaldı ruhum, rüyamda dolaştım seninle bedensiz. Bak zaman nasıl da geçiyor. Sen gideli bir hafta oldu bile. Sonra hemencecik bir ay dolacak. Ve bir de bakacağız ki bir yıl olmuş. Ömür geçecek böyle böyle. Ama sanma ki sensiz olacağız, sensiz kaldık sayacağız kendimizi. Yokluğun acı verecek fakat hemen ardından yüzümüzü güldürecek bir tebessümün sebebi gelecek aklımıza senin yarattığın. Yirmi dört saat yetmiyordu ya sana, her şeye yetişemiyorum diyordun. İşte sana sonsuzluk dedi yaradan. Artık koşturmana gerek yok dedi.
“Ah o bulutsuz gökyüzü, o çırpıntısız deniz,kumsalını, kayalıklarını uzaktan görebildiğimizada!” C.Çapan İnanılmaz güzel bir sonbahar sabahıydı. Güneş var gücüyle dallarda kalan yaprakların rengini solduruyor, rüzgâr ise tüm hafifliğine karşın onları alıp, toprağın üzerindeki arkadaşlarının yanına indiriyordu. İki yanı ağaçlı, çakıl taşları ile renklendirilmiş yolda,aslında çıplak toprağı görmek pek de mümkün olmuyordu. Üzerlerine doğru adım attıkça kuru yapraklar hafifçe yerden havalanıp tekrar uçuşarak yere iniyor ve ufalanıyorlardı. Sabahın sadeliğini ve huzurunu bozabilecek en ufak bir ses yoktu, elbette yaprakların hışırtısı dışında.
“-Ölümün bir insanda doğruladığı- İyi ki geldiniz burada bulundunuz her şey öyle uzun, biz soğuğuz ve öyle solgunuz…” (Turgut Uyar) Ölümün sıradanlaştığı, kar beyazının giderek kan kızılı bir renge döndüğü günlerde yazıldı bu satırlar. Ölüm tapınaklarında her gün yeni kurbanlar veriliyor o kutsal ayinlerde. Aslında bütün renklerin içinde kirlenen beyazın da havanın ayazındaki en büyük sınavıydı bu. Ölüme ağıtlar yakarken yeni ölüm haberleri yükseliyordu bu coğrafyada. Tapınaklarımıza taze cesetler lazım, diyordu tapınak görevlisi. Yüzleri belirsizdi her birinin. Ölümün pornografisi olarak adlandırdı televizyonda görüntüleri muhabir.
Zamansız insan... Ah zamansız insan…Kelimelerin yetmediği dünyada, kendine ve de başkalarına yetmeye debelenen zamansız insan… Var mı ki gören, duyan, bilen senden başka seni? Zamansız insan düşündü. Çok fazla şey yaşadım. Anlattığım veya anlatmadığım, paylaştığım ya da paylaşmadığım, söylediğim ya da söylemediğim, hissettiğim ama hissettirmediğim; çok fazla şey… Tüm bunları içimden geçirerek söyledim. Kendi kendime yani, kendimi kendim dinledim sonunda.
İki küçük kaya parçasıydı. Su aktı kıvrımlarından. Dibi yosun yüklü,yemyeşil bir nehirdi üzerine ışıklar düştüğünde. Köy kurak. Şehir kurak.Ulaşıp bütün çukurlarını dolduracak bir mahal yok etrafında. Köylüler parmakları arasında ufaladıkları toprak parçalarını suya atarken bir türkü mırıldanıyor sonra avuçlarını gökyüzüne açıp kanayan yaralarını göstere göstere gökyüzüne ayna oluyorlardı
Duvarlar sessizlikle sarmalanmış bir halde iken griye bulanık bir is kokusu odanın ortasına yayılmış gibiydi. Üst üste dizilmiş pembe dosyalar karıştırılmayı bekleyedursun, diğer odadan o hırıltılı sesduyuldu. “İstiyorum onu! Bir iz, bir işaret hadi çocuklar! Topuklu fırtınayı istiyorum!” Rehavete düşmüş topluluk, toprağın canlanması gibi hareketlenirken dışarda sağanakbaşlamıştı. Cama vuran her bir yağmur damlası delici bir ses çıkarır gibiydi. Delici ve kemirici...
Geniş ve büyük boşlukları sevmezdi yaşamında. Anlam arayışında çözemediği her sorunun bir heyula gibi gözlerinin önünde birikmesinden pek de haz ettiği söylenemezdi. Hele de hafta sonunun geçip bitmez gibi görünen boşluk hissini hiç kaldıramamıştı. Akşam saatinde (Saatine baktığında yedi buçuk olduğunu kavramıştı. Gözleriyle zamanı belirlemenin en iyi yolunun akrep ve yelkovanın saatin rakamları üzerindeki olağan deviniminde gerçekleştiğini düşündü.) yağmurlu İstanbul’u kalabalıkların arasına karışarak keşfetmeyi düşündü, küçük bir semtin de kentin fotoğrafı için yeterli olabileceğini düşünmek istedi zihninde.