Acaba en son ne zaman göğsümde baskı hissetmeden, rahat bir nefes alabildim? Hatırlamıyorum. İçerisi çok karanlık ama eskisi gibi bataklık yok. Pelte gibiyim. En çok da iç organlarım. Özellikle kalbim, çünkü bütün ağırlığı göğsümde hissediyorum. Birazda karnımda ama kasıklarım iyi durumda. Kollarım da hareket etmekte zorlanıyor. Bir çuvalın mı yoksa bir tabutun içinde miyim anlayamıyorum.
Tepeyi tırmanıp ana yola inecektin. Nereden geldiklerini göremedin. Birden bire önüne çıktılar. Bisikletinin etrafını çevirdiler. Dünyanın öbür ucundan gelmişsin gibi bakıyorlardı. Omuzlarını kavrayıp, birbirlerinin üzerine doğru sertçe itiyorlardı. Bir çember içinde dönüp duruyordun. Kimi sarsarak, kimi hırpalayarak, kimi etini burarak dokunuyordu. Bu dokunuşlar, onları coşturuyor, kanlarını ısıtıyor, adeta çıldırtıyordu; hep bir ağızdan sürekli histerik çığlıklar atıyorlardı. Seslerin yankısı; zihnini yakıyor, çatlatıyor, parçalara ayırıyordu.
Korkut Ata’nın Gökçen Kız’ın ahını aldığıdır. Rivayet olur ki koca bir şehirde gönüllü sürgün kadınlığına dövünen Gökçen televizyondan gelen Özbekçe şarkıya kulak verip bir hayli detone çıkan sesiyle usul usul şarkıyı mırıldanmaktadır. Kızını emzirdiği Taşkent günlerinden oldukça uzaktadır şimdiki zaman. Bozkırda er kişi diye belleyip evlendiği Korkut sünepenin tekiydi aslında. Her ay kızlar için gönderdiği paraları iç ediyor herif. 100 dolar 840.000 Sum… Kızları İstanbul’a getirmeli. Yatılı ev işlerini götürür onlar da. Mutfakta yemekleri hazır etmemi istedi Suna Hanım. Bugün konukları varmış. Damacana içindeki rakıya şaşkınlıkla baktı o sırada. Ancak damacana yetiyor bana, eğlendi Suna. Korkut kızın ahını aldı yine.
Korkuyorum. Ben yazın susuzluğa asla dayanamıyor, hemen buruşup kuruyorum. Ya hastalanırsa, ya hiç bahçeye çıkamazsa... Gelen gideni de pek yok. Genellikle yalnız. Aslında hepimizi seviyor, özellikle de beni. Geçen yıllarda toprak bir saksıda yaşıyordum. Bir gün kediler beni balkondan yere düşürdü, saksım kırıldı. Zavallıcık o kadar üzüldü ki ne yapacağını bilemedi. Hemen bahçedeki plastik çöp kutusunu boşaltıp beni, kökümü incitmeden oraya yerleştirdi, üzerime gübreli toprak doldurdu, su verdi. Çabucak toparlandım. Günlerce gelip beni kontrol etti iyi miyim, diye.
Kapalı bir sonsuzluk içinde akarsunun kıyıcığına ulaştı sonunda. Orman bir labirent gibi uzanıyordu. Sürü uzakta. İzini kaybettirdi muhakkak. Leşin üstünde tepinen bir iki sırtlan ürkerek kaçtı gri kurdun yakınlarından. Toynaklarıyla leşi yokladı hayvanlar kaçışınca. Sürüden çok uzakta şimdi. Reddedilen açlıktan ölmeyi kabullenir. Büyük heybetli katilin ilk avı değildi bu ceylan. Yavruyu kanlı ve keskin dişleriyle öldürdüğünde uzaktaki sürünün ormanda bir gölge gibi beklediğini düşündü. Sonsuz mavilikte tek tük evlerden yükselen dumanları izledi. Ötelerde bir savaş oldu. İnsanlar arasında. Cesetleri bıraktılar savaş meydanında. Leş yiyicilere kaldı ölü askerler. Ormanın yakınlarından geçen muzaffer ordunun yorgun yürüyüşünden ürktü bunları düşünürken.
Tavanın beyazına kilitlenen gözlerim zaman kavramını yitirmiş gibiydi. Zifiri karanlıkla başlayan gece, sabah ezanına dek sürerken gözlerim inat edercesine tavandan ayrılmıyordu. Beyaz bulanıklaşmış beje dönüşmüş, hatta bir tutam griye bürünmüştü. Zihnim uykusuzlukla birlikte arıza vermişti çöl ortasında serap gören insan misâli.
Vondelpark’ın girişine “Yahudilerin Girişi Yasaktır” tabelaları asıldı. Sinemalara, plajlara, hayvanat bahçelerine, kahvelere, yüzme havuzlarına, kütüphanelere de girmemiz yasak. Geçen şubatta Thomas’ın ailesini Schoorl’a gönderdiler. Kampta en ağır işleri yaptırıyorlarmış gidenlere. Sessizce dinledi Abraham. Boş Aşana’yı sığınağımızda kutlayacağız. Şabat’ta yaptığı halla ekmeğini pişirecek Anna. Zavallı kızın yüzünde kurtulacağımıza dair o bitmez tükenmez umut.